Asıl Felâket: Yurttaş Hukukuna Karşı “Mahalle Nomosu”

Türkiye son günlerde 6 yaşında bir kız çocuğuna kıydırılan nikahın ve bu nikahı ifşa eden kayıtların şokunu yaşıyor. Yaşanan bu istismarın vicdanları yaraladığı aşikâr. Hemen her kesimden gelen bu istismarın sorumlularının bulunmasına yönelik talep de bu vicdan rahatsızlığının kanıtı. Bu yazıda amacım sadece yaşanan istismar olayının tüyleri diken diken eden niteliğini vurgulamak değil.

Bir kardeş, bir oğul olarak kendi hayatımdaki bütün tasarımları sarsan bu olayın yüreğimde yarattığı sarsıntıyı kelimelere dökmem imkânsıza yakın.

Bu yazıda derdim vicdan, istismar, kurban gibi anahtar kavramlarla işleyen toplumsal ve siyasal kültürümüzü mercek altına almak.

Özgürlüksüzlüğün Tepkisi: Vicdan

Örneğin vicdan. Bu kavram bizde “siyaset üstü”, siyasetin biçtiği rol ve kimliklerin ötesinde tepki verilmesi gereken, aslına bakarsanız “insan” olmanın ya da medeniyetin gerektirdiği bir ahlâki bakışın niteliği olarak kullanılıyor.

Bir şey daha var; bu da bize, her türlü kimliğin ötesinde insan olduğumuzu hatırlatan vicdanın tepkisel niteliği.

Onu duymak, onunla bizi kolaylıkla kapıp sürükleyen kimliklerin ötesinde yaşayan bir canlı, bir insan olduğumuzu hatırlamak ancak somut “felâketlerle” mümkün oluyor.

Tıpkı “siyaset üstü” sıfatının kullanımının kanıtladığı gibi vicdan, toplumsal ve siyasal sıradanlığın dışında bırakılan bir “güç”. Bu gücün farklı toplumsal ve siyasal konumlardaki insanları çekim gücü, siyasetin ve toplumsallığın tekrarlara dolanmış ritmi için de büyük bir tehlike.

Nitekim vicdan insanın, her türlü kimliğin, tanımın ya da siyasî partinin ötesinde kendisiyle yüzleşmesini sağlayan bir potansiyel.

Dolayısıyla üstlendiğimiz kimliklerin “haklılık” iddiaları açısında “ölümcül” olma riskine sahip.

Vicdan, insanı “kurban” dâhil olmak üzere bütün sıfatlardan soyutlama kudretidir, onu ne kadar farklı tanımlarla dile getirirsek getirelim.

Biraz daha ileri gidelim: Vicdan, adını koymayı bilemediğimiz ya da içinde bulunduğumuz kolektifin “ahlâki” aksiyomlarından yola çıkarak resmedebildiğimiz bir şey.

Elbette ne bu resim ne de adını koymadaki becereksizliğimiz onu tam olarak ifade edebiliyor, ifade etmiş olduğumuza “inanmaya” meyilli olsak da.

Çünkü vicdan, dünyanın sefaletini tüm çıplaklığı ve rahatsızlığıyla yüzümüze vuran bir şey. Kimliklerimize ya da ait olduğumuz kesimlere değil, bizatihi canlı oluşumuza değmekten çekinmeyen şeyin “masum” bir adlandırması.

Daha somut şekilde ifade edeyim: “Vicdanımız”, dünyayı olduğundan daha “iyi” kılabileceğimiz, fakat üstlendiğimiz kimlikler ve tahayyüller gereği bunu asla konu edemediğimiz gerçeğinin çığlığıdır. “Vicdan” olarak adlandırırız onu, her birimizin üzerinde uzlaştığı bir utancın ifadesi olarak.

Altı yaşındaki kızın sesini duyacak bir toplumsal ve hukuksal işleyişi tasarlayabileceğimizin çığlığıdır bu.

Kimliklerden, topluluklardan, partilerden önce bir yurttaş olarak davranabileceğimiz bir toplumsal ve siyasal düzenin de utangaç bir talebidir.

Fakat bu talebi, “vicdan” çığlığından koparıp bir toplumsal sözleşme hâline getirmek yerine yine kimliklerimize ve tahayyüllerimize dönmek isteriz.

Bu yüzden, yarın uyandığımızda toplumsal ve siyasal kimliklerimize, rollerimize bürünmek için onu salt “vicdan” olarak adlandırmak zorundayız.

Bu yüzden bu “adlandırmayı” adlandırmak, onun üzerine düşünmek zorundayız.

Bakın ne diyor Theodor W. Adorno: “Vicdan, özgürlüksüz toplumun alnındaki utanç damgasıdır”.

Adorno, “vicdan”a mecbur kaldığımız bir toplumsal işleyişin her birimizin yüzüne vuran ve “vicdan” sözcüğünün altında gizlemeye çalıştığımız utancı dile getiriyor.

Asıl Felâketi Göz Ardı Etmenin Utancı

Peki neden bu “utanç”?

Sorunun yanıtının öncesinde bir soruya daha ihtiyacımız var: Asıl felâket sadece, altı yaşındaki bir kızın maruz kaldıkları mıdır; yoksa, altı yaşındaki çocukların bu şekilde tehlikelerle yüzleşebileceği bir toplumsal iklimin kendisi midir?

Merak etmeyin: Niyetim, dile getirmiş olduğum “vicdanın” en yüzeysel tepkisini ifade eden “Tarikatlar kapatılsın” etiketini tekrar etmek değil.

Nitekim bu tepkinin benim, “vicdan” kavramının ikame ettiğini söylediğim “taleple” bir alakası yok. Aksine bu tepki, belli oranlarda “siyasallaşmış” ezberlerin “vicdanın” sesine bürünmesiyle ilgili bir şey. Toplulukların ötesinde birer yurttaş olarak var olabileceğimiz bir toplumsal düzenin tesisi yanında fazlasıyla yetersiz bir slogan.

O kadar yetersiz ki dile gelirken, “siyasallaşmış” kalıntılarıyla konunun esasını, altı yaşındaki bir çocuğun bunları yaşayabilmesinin önüne geçme riskiyle karşı karşıya.

Ben burada, öne sürdüğüm sorunun yanıtını bu riskin “kullanışlı” siyasallığı ile bir tutmak niyetinde değilim.

Sorumun yanıtına dönelim.

Bu noktada Heidegger’e atıfla şu yanıtı öneriyorum: Asıl felâket her zaman için olgudan, somut olaydan önce gelir. Yani asıl felâket salt, altı yaşında bir çocuğun karşı karşıya kaldığı istismar değil, bu istismarların yaşanabileceği, göz ardı edilebileceği bir toplumsal ve politik işleyişin içinde yaşıyor olabileceğimizdir.

Keza insanların aklından çıkmayan, “Kim bilir bu şekilde gerçekleşen ne kadar olay var?” sorusu “asıl felâketin” ne olduğuna dair bir ipucu sunuyor.

“Utanç” da bu soruda saklı.

Hangi inanç ya da politik yönelimde olursa olsun ya da hangi “mahallede” yer alırsak alalım, “özgürlüksüz” kıldığımız onlarca “kurban” olabileceğine dair o şüphede.

Bu şüphe, insanları salt bir topluluğun üyesi olarak değil yurttaş birey olarak düşünebilmemizin ancak “kurban” fark edildiğinde olanaklı olmasının utancını da içeriyor.

Sadece “vicdanın” açığa çıktığı durumlarda birbirimizi “bilmem necilerin” ötesinde salt bu ülkenin yurttaşı, tekil bir birey olarak düşünebilmemizin o dinmeyen ve her birimizi ortak kesen o utanç.

“Mahalle Nomosu”

Asıl felâket, altı yaşında bir kız çocuğunun yaşadığı travmayı üstlendiğimiz politik kimliklerin haklılığını ispat için kullanabilmektir.

Bir kadının, bir kız ya da erkek çocuğunun çığlığının duyulmasının zor olduğu, salt toplulukçu (komüniteryan) bir düzende bu istismarların, hangi grupta ne şekilde gerçekleşeceğini bilemezsiniz.

Çünkü toplulukçu (komüniteryan) bir toplumda bireyin ahlâkı, her şeyden önce mensubu olduğu topluluğun onayı ve sürekliliği ile biçimlendirilir. Olası “sorunlar da” toplulukların “ethos”unda, daha da ötesi yasalaşmış gelenekler olarak “nomos” bağlamında çözülür.

Başka bir ifadeyle, bireysel özgürlük taleplerinin önüne geçen bir topluluk kaygısı gözümüzün önünde oldukça insanların nerede, ne şekilde, hangi mağduriyetleri yaşadığı hususunda emin olamazsınız.

Bireyin özgürlüğü, karşılaştığı herhangi bir istismar durumunda, içinde bulunduğu “mahallenin” kaygılarından korkmadan bir karşı çıkış sergileyebilmesidir. Özgürlük sadece, bireyin yapabildiklerinde ya da tercihlerinde saklı değildir; aynı zamanda, yapmamak istediklerini “yapmama” gücüne sahip olmasıdır.

Devlet, yurttaşının “yapmama özgürlüklerini” de güvence altına alan bir hukuksal anlayışa sahip olmalıdır.

Adorno’nun işaret ettiği “özgürlüksüzlüğün utancı”ndan bu toplulukçu, komüniteryan, Türkçesiyle “mahallenin” ön planda olduğu, bireyi öncelikle “mahalle üyesi” gören toplumsal anlayışı sorunsallaştırarak kurtulabiliriz.

Aksi takdirde, “mahalle” yurttaşın kendisinden önemli olmayı sürdürdüğü sürece, karşı mahallelerde de “kurban” olduğunu söyleyebilen bir zihinsel düşüklüğe kapılabilir, çocuklarımızın acılarını “farkında olmadan” kendi haklılığımızın kanıtına çevirebiliriz.

Ayrıca “mahalle” olgusunu sorgulamayı, onun bir tür “nomos”a dönüşmüş ahlâksal “ethos”unun baskıcı niteliklerini törpülemeyi ertelediğimiz durumda bireyin hukuksal mekanizmalara erişmesinin önündeki engeller olduğu gibi kalacaktır.

Diğer bir ifadeyle hukukun tekil bireye, “yurttaşa” erişimi öncelikle mahalle “nomos”unun duvarlarını aşmayı gerektirecektir.

Tekil trajedilerin potansiyelini barındıran bu “nomos”u ele almadan ne “mahalleler”, üzerlerine sinebilecek ithamlardan kolayca kurtulabilecek ne de “yurttaşlar”, mahallelerinin önüne geçebilecektir.

Bu da “mahallelerin” sosyolojisine uygun bir hareket etmekten fazlası değildir. Asıl felâket de budur. “Mahalle nomosu”nun aslî olduğu bir sosyolojinin “öngörülemeyen” ve beklenmeyen sonuçları karşısında “vicdanlar”ın sızlamasını olağan hâle getirmektir: Özgürlüksüzlüğü sıradanlaştırmaktır.

Bireyi salt “mahalle”nin uzantısı olmaktan çıkarmak, “mahalle nomosu”nun aslî belirleyici niteliğini yıkmak yurttaşlığın ve yurttaş hukukunun gereğidir.

Dr. Adem Yılmaz hakkında 56 makale
Yüksek Lisans ve Doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi programında tamamlamıştır. Çalışma alanlarını Siyasal Kuram, Siyaset Sosyolojisi, Felsefe ve Türk Siyasal Hayatı oluşturmaktadır.

İlk yorum yapan olun

Bir Cevap Yazın