
Batı orijinli medya ve düşünce kuruluşlarında Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin izlediği dış politikanın Batılı müttefikleri için “sorunlu” olduğunu iddia eden haber ve analizlerle karşılaşmak artık sıradan bir duruma dönüştü.
Dolayısıyla Türkiye’nin Yunanistan’la yaşadığı ve seçim atmosferinde kışkırtıcı sloganlar ya da karşılıklı restleşmeler dışında fazla duyulur olmayan krizin çok boyutlu ve yakıcı niteliğine göz atmak yerinde olacaktır.
Yunanistan ile istikrarlı bir seyir izleyen kriz hem NATO hem Ukrayna’daki savaş hem de Avrupa ve ABD ile olan ilişkilerimizden nüveler barındırıyor. Hâlihazırda seçim sürecine iyiden iyiye giren Türkiye’nin iç politikadaki olası değişimler de bu krizin tabir-i caizse “buzlukta bekleyen” bir parçası.
İşin Türkçesi, Yunanistan ile aramızdaki kriz salt Yunan Devleti ya da Mitsotakis’in hırslarıyla sınırlandırılacak bir olgu değil.
Her şeyden önce şu temel noktayı göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Türkiye’de “denge politikası” olarak adlandırılan Rusya ile Batı arasındaki “arabulucu” pozisyon Batı açısından doğrudan “Batı’dan uzaklaşma” olarak görülüyor.
Türkiye’de ekseriyetle “çok kutuplu dünyaya geçiş” teması bağlamında meşrulaştırılan mümkün mertebe bağımsız dış politik manevra çabaları Batı penceresinden Rusya tarafından kendi lehine “dönüştürülen” bir Batı’dan kopuş olarak yorumlanıyor.
Bunun net ifadesini büyükelçilik görevlerinde bulunmuş Fransız Marc Pierini imzalı Carneige Europe’de yayımlanan Türkiye’ye dair 26 Ocak tarihli analizde görüyoruz:
“Dış politika cephesinde, Batı ile Rusya arasında ilan edilen ‘dengeli bir politikanın’ arkasından, NATO ve Avrupa’dan bir uzaklaşma gerçekleşti. Ankara, füze savunmasını Rusya’ya emanet ederek bu ülkeye, NATO ile olan güney sınırından Patriot veya Eurosam füzelerinin yanı sıra F-35 hayalet uçaklarını etkili bir şekilde ortadan kaldırmasına, dolayısıyla da büyük bir stratejik fayda elde etmesine izin veriyor”.
Türkiye’de ancak Mitsotakis ve Erdoğan arasında gerçekleşen karşılıklı restleşmelerle gündem olan Yunanistan ile olan kriz Pierini’nin analizinde “NATO tarihinin en kritik sürecinde Yunanistan’a yönelik artan Türk tehditleri” olarak yer alıyor:
“Türkiye, NATO tarihinin çok önemli bir uğrağında Yunanistan’a yönelik tehditlerini artırıyor. Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığının ışığında, NATO’nun yetmiş dört yıllık tarihindeki en önemli genişlemelerinden biri olan Finlandiya ve İsveç’in ittifakın katılımını engelliyor. Moskova’ya yönelik Batı yaptırımlarına katılmaktan kaçınıyor. Rusya ile ticari ve mali ilişkilerde bir patlama tasarlıyor ve nihayetinde kısmen bu ülkeye uygulanan Batı yaptırımlarını telafi ediyor. Türkiye’deki Suriyeli mülteciler bağlamında ortaya çıkan risklerle birlikte Moskova’nın gereksinimlerini karşılamak için Suriye politikasını tersine çeviriyor. Şimdi de Kıbrıs’ta iki devletli çözümü savunuyor. Eşzamanlı olarak Ankara, daha yüksek düzeyde özerklik hedefleyerek askeri sanayisini önemli ölçüde geliştiriyor”.
NATO tarihinin en önemli uğrağı, İsveç ve Finlandiya’yı en önemli genişleme projelerinden biri, Rusya’ya uygulanan Batı yaptırımlarının telafisi olma gibi ifadeler Türkiye’nin yoğun gündeminden bakınca “abartılı” gibi görünebilir. Fakat Adorno’nun “psikanalizde sadece abartılar doğrudur” önermesinde olduğu gibi Pierini’nin analizinde de bu “abartıları” ciddi bir şekilde ele almamız gerekiyor.
Çünkü Batı penceresinden Türkiye’ye bakıldığında çoğunlukla bu abartılar öne çıkan başlıklara dönüşüyor, hatta bu abartılar dışında pek bir şey görülüp duyulmuyor. Başka bir deyişle Batı’nın Türkiye gerçeği bu abartılardan ibaret.
Bu “Batı’daki Türkiye gerçeği”nden Pierini’nin analiziyle devam edelim. Çünkü bu analiz, referans vereceğimiz diğer yorum ve haberlere zemin oluşturacak nitelikte toparlayıcı.
Pierini, Türkiye’nin Batı’yla olan ilişkisizliğini üç başlık altında ele alıyor: Güvenlik ve savunma, ekonomik ve politik.
Güvenlik ve savunma alanında Türkiye’nin Batı’yı ve NATO’yu mümkün mertebe ikinci plana atan “bağımsız dış politika” anlayışının “Rusya tarafından Türkiye’yi Rusya’ya bağımlı kılma politikasına dönüştürüldüğüne” vurgu yapıyor Pierini.
Bunun yanında Pierini’ye göre Yunanistan’la yaşanılan kriz “Türkiye’nin bu ülkeye düşmanca söylemler”den ibaret. Türkiye, Pierini’nin sunduğu perspektifte, yeni savunma stratejisi ve Suriye ile yeni bir dönem açma gayretiyle birlikte “seçim sonuçlarından bağımsız bir şekilde Türkiye’yle Batı arasında onarılmaz sonuçlara” izin veren bir ülke olarak sunuluyor.
Bu bakış Türkiye’nin doğusunda da dile getirilmekte: Hindistan merkezli TFIGlobal’de yer alan 31 Ocak tarihli analizde Türkiye, “NATO’nun mezarını kazan ülke” olarak sunuluyor. Bu çerçeve Türkiye’yi “NATO’da müttefiki olduğu Yunanistan’la düzenli kavgalar çıkaran” ve “NATO genişlemesini engelleyen” bir şekilde konumlandırıyor. Benzer şekilde Türkiye, “en tahmin edilemez ulus” şeklinde takdim ediliyor.
Pierini, ekonomik ve ticari boyutta da Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) ile bağını kopardığını aktarıyor: Türkiye’de AB orijinli yatırımlar mevcudiyetini korusa da gelişip büyümüyor. Türkiye, AB ile olan bu alandaki ilişkilerini “Rusya ve Körfez ülkeleri gibi sanayinin gelişimi açısından pek bir sunmayan ülkelerle” telafi etmekle itham ediliyor.
Politik açıdan ise Türkiye, Pierini’nin analizinde, “Rus yönetim tarzını içselleştirmeye başlayan” ve böyle devam ederse kendini “demokratik dünyadan yabancılaşmış bir hâlde bulacak” olan bir ülke olarak işaretleniyor.
Görüldüğü üzere Türkiye, NATO üyesi olmanın gerekliliklerini yapmaktan vazgeçen, Rusya’nın nüfuz alanının politik, ekonomik ve savunma alanlarında giderek yoğunlaştığı bir ülke imajıyla ele alınıyor.
Carneige’de yayımlanan son Türkiye analizi de Pierini’nin İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılımı hususunda doğrulması gibi. “İsveç’in NATO Sorunu, Aynı Zamanda Türkiye’nin NATO Sorunudur” başlıklı analizde Türkiye, “İsveç ve Finlandiya’nın ittifaka katılma konusundaki tarihi kararın” önündeki engel ülke olarak tanımlanıyor. Dahası, bu engel olma tutumunun “Avrupa-Atlantik güvenliğinin yeniden şekillendiği bir dönemde Türkiye’nin güvenilmez ve yıkıcı bir aktör olarak algılanması”na yol açtığına vurgu yapılıyor.
Hafta başında MASA’da yayımlanan analizde İsveç’in, neo-Nazi eğilimli Paludan eylemi sonrasında izleyeceği NATO stratejisinin “katılım kararını benzeri görülmemiş hızla onaylayan 28 NATO ülkesi ile Türkiye’yi karşı karşıya getirmek” olacağına değinmiş ve Türkiye’nin bu konjonktürde Finlandiya’nın katılımını vakit kaybetmeden onaylamasının İsveç’in bu stratejisini boşa düşürme potansiyeline değinmiştik.
Henüz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Finlandiya konusunda olumluyuz” şeklindeki beyanatı dışında, bu yönde atılmış somut bir adıma tanık olunmadı.
Bununla birlikte, 2 Şubat’ta Finlandiya ile İsveç’in başbakanlar düzeyinde ortak gerçekleştirdiği “NATO’ya aynı zamanda katılma isteğimiz sürüyor” şeklindeki açıklama Ankara’nın Fin hamlesini zorlaştıracak gibi duruyor.
Bir bakıma İsveç, “NATO sorununu” NATO açısından bir “Türkiye sorunu” kılmak için çabalıyor ve görüldüğü üzere bu konuda şimdiye kadar başarılı da oldu, oluyor.
Nitekim Yunanistan’da yayımlanan 1 Şubat tarihli bir makale bu doğrultuda bir başlık taşıyor: “Erdoğan, Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya katılmasını engellerse, Türkiye’yi ihraç edin”. Söz konusu makale, argümanını “Avrupa’nın güvenlik ortamı, Rusya’nın Ukrayna’yı bütünüyle işgalini başlatmasından bu yana değişti. Tarafsızlık artık Rus saldırganlığına karşı güvenliği garanti etmiyor” yargısı üzerinden kuruyor.
Türkiye’nin, MASA’nın analizinde Erdoğan’ın beyanatı öncesi vurgulanan “Fin hamlesinin” önemini bu makale de gösteriyor. Düşülen editör notu, makalenin Erdoğan’ın “Finlandiya konusunda olumluyuz” açıklaması önünde yazıldığını vurguluyor.
Nihayetinde Türkiye açısından İsveç cenderesinin arkasında yatan husus şu: Türkiye’nin bu konuda “ne yapılırsa yapılsın tatmin olmayacak bir ülke olarak” gösterilmesinin ardında Rusya nüfuzunun “jeopolitik paradigma değişimine” yol açacak şekilde arttığına dair algı yatıyor.
Yukarıda da aktardığımız üzere “çok kutuplu dünya”yı temel alan Türk dış politika analizleri bunun Batı ve NATO düzeyindeki tercümesinin “Rusya’ya bağımlılığın artması” şeklinde olduğunu göz ardı ediyor. Türkiye’nin İsveç’e dair kaygı ve taleplerinin “NATO’nun tarihi genişleme adımının önündeki engel” olarak sunulabilmesinin ve bunun alıcısının fazlasıyla çok olmasının ardında da aynı varsayım yatıyor.
NATO ve ABD’nin Yunanistan’a yönelik savunma desteğini de Türkiye’nin jeopolitik paradigma değişimine uğradığına, Batı’dan uzaklaşarak Rus nüfuzuna kapıldığına dair yargı/algı motive ediyor.
Nitekim henüz bir hafta önce yayımlanan analiz Yunanistan’ın NATO ve ABD’nin “yeni gözdesi” olduğuna vurgu yapıyor. Analiz “Ukrayna’da çatışmalar şiddetlenirken ABD, Avrupa’nın bir başka gergin köşesine göz kulak olmak için insansız hava araçları gönderiyor” başlığını taşıyor. İşaret edilen gergin köşe Türk-Yunan krizinin temeli Ege’yi de içeriyor.
Keza ABD’nin gönderdiği insansız hava araçları “Yunanistan’ın merkezinde Ege Denizi yakınında bulunan Larissa Hava Üssü”nde konumlandırılıyor. Bu üssün, sahip olduğu stratejik konum gereğince insansız hava araçlarının “NATO’nun hem doğu hem de güney kanatlarını kolayca desteklemesine” olanak tanıyacağına işaret ediliyor.
Bu noktada bir parantez: Larissa üssü, Türkiye’deki milliyetçi kesimler tarafından “ABD’nin yeni İncirlik üssü” olarak tanımlanıyor.
ABD Hava Kuvvetleri’nden bir sözcüye dayandırılan ifadelere göre ise “konuşlandırma Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline bir yanıt değil”. Fakat bunun, doğrudan Ukrayna işgali ile bir konuşlandırma olmasa da “Rusya ile çatışmayı caydırmayı ve kaçınmayı desteklediği” de ekleniyor.
Buradaki kritik nokta ABD’nin konuşlandırmasının “Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline yanıt” olmaması. Analiz de dolaylı olarak bu hususa gönderme yapıyor: “ABD’nin Yunanistan’daki artan varlığı, Yunanistan ile Türkiye arasındaki gerilimin yükseldiği bir zamana denk geliyor”.
Bu kritik noktayı açmadan söz konusu analizin de atıf verdiği “Amerika Birleşik Devletleri: Artık Dürüst Bir Aracı Değil” adlı analiz bu gerilimin seyrine dair senaryoya göz atmakta fayda var.
Analize göre, Türkiye ile Yunanistan arasında fiilî bir çatışma durumunda Yunanistan, Larissa Üssü’ne yönelik konuşlandırmalara rağmen “ABD’nin gözdesi” olma durumundan düşebilir. Çünkü “Yunan egemenliğinin fiilî garantörü bir ABD”nin olası çatışmada Türk Ordusu ile savaşma ihtimali NATO’nun birlikteliğine vurulacak bir darbe olabilir. Analiz bu durumu şu yorumuyla ortaya koyuyor: (Olası bir Türk Yunan Savaşı’nda) “rüzgâr Türkiye’nin sırtında olabilir. Ukrayna’da hararetli bir savaş sürerken, Batı, Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’ı işgalinde olduğu gibi, NATO’nun birliği adına bir Türk askerî müdahalesini sindirmek zorunda kalabilir”.
Fakat bu savaş olasılığı bir başka konu. Asıl önemli konu, Larissa’ya yönelik insansız hava aracı konuşlandırılması ile yukarıda göstermeye çalıştığımız gibi, “Rusya nüfuzunun arttığı bir ülke olarak” çerçevelenen Türkiye arasındaki ilişki.
Nitekim 23 Ocak tarihli Forbes analizinde “Türkiye, Yunanistan hava kuvvetlerinin birkaç yıl içinde teknolojik olarak daha gelişmiş bir savaş filosu kurabileceği gerçeğini yavaş yavaş kabulleniyor” vurgusu yer alıyor. Analiz, Yunanistan’ın “kademeli olarak güçlenen bir hava gücüne” sahip olduğuna dikkat çekerken F-16 uçaklarının modernizasyonunun Türkiye için “yaşamsal” hâle geldiğine değiniyor.
Bu noktada Yunanistan’ın “kademeli güçlendirilmesinin” ardında “Rus nüfuzunun arttığı bir Türkiye” imajının yattığına dikkat çekmek gerekiyor. Aynı algı nedeniyledir ki İsveç, 28 NATO ülkesiyle Türkiye’yi karşı karşıya getirme stratejisi geliştirebiliyor.
Bu durumun diğer adı Türkiye’nin “revizyonist ülke” olarak konumlandırılması.
Şubat başındaki analizin ifade ettiği gibi, “Türkiye kendini ne kadar revizyonist olarak konumlandırırsa, ABD ve müttefikleriyle çatışma konuları o denli artacak”.
Bu revizyonizmin Rusya endeksli olduğuna dair Batı bakışı karşısında Türkiye’nin öncelikli adımı Finlandiya’nın NATO’ya katılımını parlamento gündemine getirmek olmalıdır. Çünkü bütün bu olgular, birbirini besliyor ve Türkiye’nin “Batı’dan kopmuş” bir ülke olarak tanımlanmasının önünü açıyor.
Bir Cevap Yazın