Bismarck’a Çağrı: Almanya’nın Askerî Uyanışı ve NATO

“Her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak, her şeyi değiştirmemiz gerek!”

Başlarken Zizek’in bir tespitini tekrar gündeme getirmek gerekiyor. ABD’nin başını çektiği bir Batı bloğu algısından, artık söylemsel olarak eskimeye uğramış küreselleşmeden en çok rahatsız olanlar Zizek’in deyimiyle “ufak devletler” değil Almanya ve Fransa gibi “eski dünya güçleridir”. Nitekim salt ABD hegemonyasında, onun belirleyici olduğu bir düzende Britanya, Almanya ve Fransa gibi bir zamanların dünya güçleri, Avusturya ve Belçika’nın düzeyine inmekten korkmaktadır.

Bismarck’ı Çağıran Almanya

Bugün bu korkunun giderek tahrip oluşuna, özellikle de Almanya’nın askerî hareketlenişi bağlamında tanık olmaktayız. Bu bağlamda, Alman Savunma Bakanı Christine Lambrecht’in “Nazi döneminin yol açtığı şüphelerin giderilmesi” ve Alman Ordusu’nun da “merkezî bir güvenlik otoritesi” rolünü üstlenecek şekilde kurgulanması gerektiğine dair açıklamaları üzerinde önemle durulmalıdır.

Lambrecht’in bu açıklamalarında Almanya’nın adeta geç kalmamak için çabalayan birinin aceleci tavrını duymak mümkün, tıpkı 1862’de Harbiye Bakanlığı yapan Albrecht von Roon’un hükümetin başına geçmesini talep ettiği Bismarck’a seslendiği telgrafında olduğu gibi: “Periculum in mora. Depechez vous (Gecikme tehlikeli. Acele ediniz!)”.

Lambrecht’in “Bismarck’a” seslenişinin kaynağında ise Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi yatmaktadır. Bu müdahaleyi jeopolitik açıdan bir “dönüm noktası” (Zeitenwende) olarak tanımlayan Lambrecht, savaşa hazır güçlü bir ordunun gerekliliğinin artık teorik bir fikir değil, bir gerçeklik olduğuna vurgu yapmaktadır. Alman Savunma Bakanı ayrıca, Zeitenwende’in bir zihin değişikliği talep ettiğini, bu değişikliğin temelinin de Alman Ordusu’nun güçlenmesi fikrine Nazilerin işlediği suçlar dolayısıyla “şüpheyle bakmayı” bırakmak olduğunu belirtmektedir.

Bu şüphenin kenara bırakılmasının en somut örneklerinden birini ise Alman Ordusu’nun Mayıs 2023’te sona erecek Mali’deki varlığının bir yıl daha uzatılmasıdır. Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un bu uzatma kararının nedenini “Rusya’nın Sahel’deki etkisini azaltmak” şeklinde açıklaması da Alman siyasi ve askerî zihniyetindeki dönüşümün bir kanıtı olarak okunabilir. Bunun yanı sıra Mali’deki Alman askerî varlığına yönelik karar, Almanya’nın BM Güvenlik Konseyi’nin daimî üyesi olma emeliyle de yakından ilişkilidir.

Lambrecht, Almanya’nın kalkıştığı zihniyet dönüşümüne NATO ve ABD söz konusu olduğunda bir şerh düşmeyi de ihmal etmemektedir. “NATO’nun Almanya’nın güvenliğinin temel taşı olmaya devam edeceğini” ifade eden Lambrecht, Avrupa’nın savunmasında ABD’nin üstlendiği yükün hafifletilmesinin amaçlandığının altını çizmektedir. Yıllardır Avrupa Birliği’in Kantçı kozmopolit ve evrenselci ideallerini “eline kan bulaşmadan” sürdüren Avrupalılar, ABD’nin Asya-Pasifik’e odaklanması karşısında “demir ve kan” ihtimalini göz önünde bulundurmaya başlamaktadır, denilebilir. Bu bakımdan Lambrecht’in açıklamalarında salt ABD’nin güvencesine sığınmayan ve kendi ayakları üzerinde durmak için, vakit geçmeden emeklemeyi isteyen bir Almanya ve Avrupa’ya şahit oluyoruz.

Bismarck’ın hayaletinin NATO şerhini, en azından mevcut konjonktürde gerektirmesi dikkate değer bir unsurdur. Her ne kadar çok kutuplu bir dünyaya geçildiğine dair yaklaşımlar, yukarıda değinilen olgularla birlikte egemen bir söylem hâlini alsa da çağımızda gerçekten egemen olan söylem ile egemen görünen söylem arasında bir ayrım yapma ihtiyacını göz ardı etmemeliyiz. Nitekim Almanya’nın 100 milyar dolarlık askerî yatırımı, Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi ve Çin’in artan iktisadi gücü gibi olgular üzerinden AB’nin de çözülüşe uğrayacağı birçok kutuplu dünyaya geçildiğine dair yargı oldukça yaygınlaşmaktadır.

Oysa NATO’nun “beyin ölümünün” gerçekleştiğini söyleyen Fransız Cumhurbaşkanı Macron’a Alman Savunma Bakanı’nın verdiği “Avrupa’nın ABD’den bağımsız bir savunma stratejisi gerçekleştirmesi fikri olsa olsa bir illüzyondur” şeklindeki yanıt, yukarıdaki açıklamalarla birlikte, gösterdiğinden daha fazlasına işaret etmektedir. Gerçekleştirilen hamle “çok-kutupluluğa giden yolun” bir göstergesinden ziyade yeni bir görev dağılımının ifadesidir. Bu görev dağılımında ABD ve NATO, düzenleyici rolünü sürdürmektedir.

AB’nin Stratejik Otonomi Hedefi

Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi ve sonrasında yaşanan sorunlar başta Almanya ve Fransa olmak üzere tüm üyelerini Avrupa Birliği’nin konumu ve kendi durumları hakkında düşünmeye sevk etti. Bu elbette Avrupa Birliği’nin güncel güvenlik hususlarında salt NATO şemsiyesine sığınmak dışında sınırlı bir müdahale kapasitesine sahip olması ile ilgili bir husustur.

AB, bu sınırlılığın farkında olarak Ortak Savunma ve Güvenlik Politikası’nı (CSDP) geliştirme uğraşında. Bu minvalde yakın zamanda atılan en somut adım Stratejik Pusula Belgesi’dir. AB’nin güncel krizlere müdahale kapasitesini arttırmayı amaçlayan bu belge karar alınma sürecinde üye devletlerin oy birliğini gerektirmektedir. Bu da AB’yi var eden “egemenlik devri” hususunun güvenlik hususunda göz ardı edildiğinin bir göstergesidir. Hâliyle bu durum, NATO ve ABD’nin güvencesinden kısmî bir otonomiyi sağlayacak nitelikli bir güvenlik programının oluşmasını zorlaştıracak bir noktadır.

Nitekim Fransa, Almanya’nın ABD ve NATO bağlamında düştüğü şerhin aksine NATO’yu giderek işlevsizleşen bir yapı olarak görmektedir. Kaldı ki Fransa’nın bu tutumu, De Gaulle’den bugüne süregiden bağımsızlıkçı eğilimiyle de tutarlılık içindedir. Bu noktada önemli olan Fransa ve Almanya arasında, AB’nin hedeflediği stratejik otonominin kavrayışı hususunda bir ayrımın açığa çıkmasıdır.

Stratejik otonomi hedefinin önemli enstrümanı olan Ortak Savunma ve Güvenlik Politikası’nın, Almanya ve Fransa arasında gözlemlenen görüş ayrılığına rağmen NATO’ya bir alternatif olarak düşünülmediği görülmektedir. Sven Biscop AB’de, NATO’yu ikame eden bir yapının oluşturulması gibi bir eğilimin olmadığını belirtirken asıl sorunun Avrupa’nın kolektif savunmanın NATO’ya emanet edilmiş olması olduğunu vurgulamaktadır. Biscop, AB’nin uygulamaya çalıştığı ortak savunma politikasının kaynağında NATO’nun Avrupa’nın güvenliğini doğrudan ilgilendiren hususlarda her zaman istekli olmayacağı kaygısının yattığını da analizine eklemektedir.

Öte yandan AB’nin iki büyük gücü, Fransa ve Almanya’nın stratejik otonomi hedefine yaklaşımları da potansiyel bir anlaşmazlık konusudur. Hans Maull’un aktardığı üzere Almanya için stratejik otonomi, “Alman ulusal çıkarlarını ve Alman politikalarını Avrupa bağlamına yerleştirmekle ilgilidir”. Fransa açısından ise bu, Avrupa Birliği’nin diğer üyeleri tarafından kabul edilmiş bir Fransız liderliğini ifade etmektedir.

Fransa, uzlaşı içindeki bir Avrupa’nın asıl özne olduğu bir güvenlik politikasının liderliğini üstlenmek isterken Almanya, kendi ulusal çıkarlarının şekillendirdiği bir Avrupa güvenlik politikasını, NATO ve ABD’nin arka plandaki desteğini muhafaza ederek, oluşturmak istemektedir. Bu çatışmayı merkeze alan Jacques Attali, her zaman farklı stratejik önceliklere sahip olmuş bu iki ülkenin, farklılıklara rağmen yeni bir anlayış inşa etme kapasitesine gönderme yaparken içinde bulunduğumuz konjonktürde yeni anlayışın “zorunlu olarak” açığa çıkamayacağını ve bunun AB için ciddi tehdit olduğuna vurgu yapmaktadır. Bunun yanı sıra Attali, Almanya’yı salt iktisadi egemenliğe sahip olup stratejik egemenlikten yoksun olmakla itham etmektedir: Almanya’yı ABD’ye şerh düşmeye iten de bizzat bu yoksunluktur.

Gidişat Nereye?

Almanya’nın Zeitenwende hamlesi ve Bismarck’ı çağırması, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan paradigmanın döküntülerinin de ortadan kaldırıldığının bir göstergesidir. SSCB’nin çöküşüyle “yeni dünya düzeninin” ilan edilişi dün gibi akıllardayken asıl “yeni”nin silahlanan Almanya’nın izleyeceği yol ile tesis edileceğini görmek ise zor değil.

Öte yandan mevcut konjonktürde Almanya’nın, “ABD’nin yükünü azaltma” hedefiyle giriştiği bu silahlanmada büyük bir gücün arzularını değil, düzenin amiri rolündeki ABD’nin ve NATO’nun Avrupa’daki konumundaki sarsılmalarını telafi etme isteğini görebilmeliyiz. Dillere düşen “Çok kutuplu dünyaya mı geçiyoruz?” sorusunun Avrupa bağlamındaki yanıtı belki de çok kutupluluğun, NATO ve ABD’nin arka planında yer aldığı yeni bir görev dağılımı olmasında saklıdır. NATO ve ABD’nin yeni stratejisini anlamak için bu noktada Lampedusa’nın Leopar’ında geçen şu cümleyi hatırlamakta fayda var: “Her şeyin aynı kalması için her şeyin değişmesi gerekir”.

Dr. Adem Yılmaz hakkında 56 makale
Yüksek Lisans ve Doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi programında tamamlamıştır. Çalışma alanlarını Siyasal Kuram, Siyaset Sosyolojisi, Felsefe ve Türk Siyasal Hayatı oluşturmaktadır.

İlk yorum yapan olun

Bir Cevap Yazın