
Türkiye’de seçimler hızla yaklaşırken olası bir iktidar değişiminin dış politikaya ne şekilde etki edeceğine dair yorumlar da sürekliliğini koruyor.
Son olarak The Economist’in yayımladığı başyazı olası iktidar değişiminden, yani Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı’ndan beklentileri içeriyor.
Başyazı, siyaset kesiminden tepki görse de dergi, Türkiye’deki demokratik işleyişe dair kaygılarını, doğrudan Erdoğan özelinde ilk defa ortaya koymuyor. Örneğin, Ocak 2023’te Türkiye’nin “kusurlu bir demokrasiye” sahip olduğunu belirten the Economist, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim sürecinde sergileyeceği tutumun ülkeyi “bir diktatörlüğe” dönüştürebileceğini iddia etmişti.
Ocak 2023’teki yazı, Erdoğan’ın ilk dönemiyle yıllar içinde otoriter bir tutuma bürünmesi arasında karşıtlık kurarken denge ve denetim mekanizmasının zayıflamasına dair vurgu yapıyordu.
Devamında ise Erdoğan’a dair şu ifadelere yer veriyordu:
“İktidardaki üçüncü on yılına yaklaşırken, geniş bir sarayda oturup, yanlış yaptığında kendisine söylemeye cesaret edemeyen saray mensuplarına emirler yağdırıyor. Giderek tuhaflaşan inançları hızla kamu politikası haline geliyor”.
Dolayısıyla Ocak ayındaki yazı hem Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hem de Cumhurbaşkanlığı bürokrasisini itham eden bir içeriğe sahip.
Bu bakımdan son başyazının içeriği ile Ocak 2023’teki yazının ortaya koyduğu tespitler hem şiddeti hem de dikkat çektiği hususlar bağlamında paralellik gösteriyor.
Son başyazı ekonomi ve demokrasinin “ağır yaralı” olduğunu belirterek mevcut durumun Erdoğan’ın seçilmesi hâlinde daha da kötüleşeceği, muhalefetin seçilmesi hâlinde ise iyileşeceği iddiasında.
Öte yandan bu başyazının tek farkı Kılıçdaroğlu’nun adaylığını destekleyen bir manifesto biçiminde olması ve olası seçim zaferinde CHP liderinden beklentileri de içermesi.
Bu beklentiler arasında Millet İttifakı’nın olası zaferinin Batı endeksli dış politikaya yol açacağı kanaati de yer alıyor:
“Kılıçdaroğlu kazanırsa bu Türkiye, Avrupa ve küresel demokrasi mücadelesi için çok önemli olacak”.
Bu varsayım, açık bir şekilde ABD Başkanı Joe Biden’ın altını çizdiği “demokrasiler ve otoriter rejimler” ayrımına gönderme yapıyor. The Economist’e göre Türkiye, olası Millet İttifakı iktidarında Türkiye, ABD öncülüğündeki Batı kampında, demokrasiler arasında yer alacak.
Bu beklentinin açık versiyonu şu şekilde karşılık buluyor:
“Yeni hükümet Batı ile yıpranan ilişkileri tamir edecek. En önemlisi, Macaristan’dan Hindistan’a kadar tek adam rejiminin yükselişte olduğu bir dönemde diktatörlerin barışçıl bir şekilde saf dışı bırakılabileceğini gösterecek”.
İfade bu kadar net ve ağır olunca, olası Millet İttifakı zaferinin bir manifesto niteliği taşıyan bu başyazının beklentilerini karşılayıp karşılayamayacağı ya da ne pahasına bu beklentiler yönünde hareket edeceği sorusu gündeme geliyor.
Nitekim “demokrasiler ve otoriter rejimler” ayrımının herhangi bir tarafında yer almanın maddi sonuçları var.
Bunun başında, açık ifade etmek gerekirse Türkiye açısından S-400’ler ve F-35 programı, dolayısıyla savunma sanayinin gelişimi geliyor.
Nitekim Millet İttifakı bileşenleri de Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nde F-35 programına dönüş girişimini öngörmekte. Türkiye’nin F-35 programına dönüşü de ancak ve ancak S-400’lerin kabaca “işlemez hâle getirilmesi” ile mümkün.
ABD, Rus menşeili S-400’lerin Türkiye üzerinde uçan NATO uçakları ve yeni nesil F-35’ler için bir tehdit unsuru olduğunu düşünüyor. S-400 hava savunma sistemi ya ülkeden çıkarılır ya da F-35’ler ve NATO uçaklarından sinyal alamayacak düzeyde “emniyete” alınırsa bu sorunun çözüleceği varsayılıyor.
Bu konuda Newsweek’e konuşan CHP’li Ünal Çeviköz’ün ifadelerine kulak vermekte fayda var. Çeviköz, 14 Mayıs seçimlerinde muhalefetin başarıya ulaşacağından emin olduğunu belirtirken olası Kılıçdaroğlu yönetiminin “Erdoğan yönetiminde 20 yıl boyunca Türkiye’nin dış ilişkilerine, özellikle de Türk-ABD savunma sanayi iş birliğine verilen zararın bir kısmını onarmaya çalışacağını” vurguluyor.
Çeviköz F-35 konusunun zorlu olduğuna değinerek Ortak Politikalar Mutabakat metnine gönderme yapıyor. Millet İttifakı’nın altı liderinin bu programa dönüş konusunda uzlaşı içinde olduğunu belirtiyor.
Bunun yanında Çeviköz, “kaybedilen iki yılı” işaret ediyor: “Ancak iki yıl kaybettiğimizi kabul etmek zorundayım, bir zamanlar Türkiye’nin sorumluluğunda olan geliştirme ve üretim unsurlarının artık diğer üreticiler tarafından devralındı”.
Beşinci nesil savaş uçağı projesi bağlamında ABD ile olan savunma iş birliğine daha geniş bir çerçeveden yaklaşan Çeviköz, asıl olanın Türkiye ile Birleşik Devletler arasındaki savunma iş birliğinin sürekliliği olduğuna vurgu yapıyor ve şu eklemede bulunuyor:
“Aklımızdaki fikir, ABD ile koordinasyon ve iş birliği içinde Türk savunma sanayi üretiminin gelişimini sürdürme kararlılığımızı göstermek istediğimizdir. F-35 projesine geri dönmek istediğimizi söylerken kastettiğimiz de budur”.
Bu açıklamaların dikkat çekici yönü, Türk savunma sanayinin gelişiminin ABD ile koordinasyon ve iş birliği içinde sürdürülmesi elbette.
Bu yönüyle Türkiye, Avrupa Birliği içindeki NATO tartışmalarının görünür kıldığı Almanya – Fransa görüş farklılığında Almanya’nın tutumunu benimsiyor olacak.
2022 Kasım’ında Almanya’nın askerî uyanışını ele aldığımız analizde dönemin Alman Savunma Bakanı Christine Lambrecht’in yaklaşımlarına dikkat çekmiştik. Lambrecht, Almanya’nın gerçekleştirdiği zihniyet dönüşümünde NATO’nun temel taşı oluşturmaya devam edeceğini belirtmiş, Avrupa’nın stratejik otonomi hedefinin arka planında da ABD ve NATO’nun yer almayı sürdürmesi gerektiğini ortaya koymuştu.
Gerek Avrupa’nın gerekse Almanya’nın savunma sanayinin gelişimi, ortak güvenlik politikası, söz konusu görüşe göre ABD ile iş birliğini sürdürecek şekilde sağlanmalıydı.
Bu tutum, stratejik otonomiyi ABD ve NATO’nun hükmünden çıkarmaya çalışan ve AB’yi bağımsız, üçüncü süper güç yapma hedefini ortaya koyan Fransa ile karşıtlık göstermekte.
Dikkat çekici husus bu bağlamda Millet İttifakı’nın savunma sanayine bakışının Almanya’nın AB içindeki tutumuyla benzerlik göstermesi olarak ortaya çıkıyor.
The Economist’in Kılıçdaroğlu’nu destekleyen başyazısına bu perspektiften yaklaşmak ilginç sonuçlar ortaya koyuyor. Bir bakıma “demokrasi”, ABD ile savunma sanayi iş birliğinin söylemsel malzemesi hâline getirilmiş durumda.
Bütün bunların yanında sorulacak asıl soru Millet İttifakı’nın bu tercihinin sebep ve sonuçlarından ziyade AK Parti’nin demokrasiyi, Türkiye’nin savunma politikalarına ve savunma sanayine etki edecek bir söyleme dönüşmesine neden ya da kimlerin izin verdiğidir.
Seçim sonucu Erdoğan’ı haklı çıkarırsa yeni dönemin önündeki ilk ödev, ülkenin demokratik karnesini kendi savunma sanayine karşı kullanılmaz kılacak bir demokratikleşme girişimiyle olumlu kılmak olacaktır, olmalıdır da.
Bir Cevap Yazın