Hangisi Merkez Sağ: AK Parti mi, İYİ Parti mi?

“Merkez Sağ”, Türk siyasetinin “fetişist” nesnesidir. Fetişizm derken öncelikle kastettiğim şey, “Merkez Sağ”ın belirgin bir tanıma ihtiyaç duyulmadan herkesin “ne olduğunu” bildiği fakat tanımı ya da kimin “Merkez Sağ” konusunda pek de uzlaşamadığı bir olgu olması. Hatta böyle bir uzlaşıya gerek bile duyulmuyor.

Bu bakımdan “Merkez Sağ” Türk siyasetinin fetişist bir olgu olmasının yanı sıra Laclau’nun terimini ödünç alacak olursak, “yüzergezer” bir niteliğe sahiptir. Sabit bir konumu olmanın ötesinde onu “üstlenmek” için çabalayan siyasi oluşumlarla, söylemlerle, liderlerle karşı karşıya kalırız.

Fakat “Merkez Sağ”, hem fetişist hem de yüzergezer bir olgu olması gereği tek başına bir partinin “Merkez Sağı” temsil ettiğini söylemesi yeterli değildir. Aşağıda da görüleceği gibi “Merkez Sağ”, kendiliğinden açığa çıkan ve hem seçmenlerin hem de siyasilerin büyük çoğunluğunun, ideolojik pozisyonlarını ikinci plana atacak şekilde ikna oldukları bir politik konumdur.

Bu bağlamda aşağıda öncelikle “Merkez Sağ” olgusunu tanımlamaya çalışacağım.

Ardından Türk siyasetindeki “Merkez Sağ” arayışlarına değinecek, son olarak da İYİ Parti ve AK Parti arasında, oluşturduğumuz kurgu etrafında bir “Merkez Sağ” karşılaştırması yapacağım. Bu karşılaştırmanın aslî nedeni ise 2023 seçimlerine de bir “Merkez Sağ” arayışının damga vuracak olmasıdır.

Merkez Sağ Nedir?

Fetişizm derken, herhangi bir şeye ait nitelikleri, bu şey toplumsal ve siyasal pratiklerin bir parçası olduğu sürece onun doğrudan ya da doğal niteliği olarak görmeyi kastediyorum.

İşin Türkçesi “Merkez Sağ”, siyasetin olağan seyrinin aşırılıklardan uzak, “huzurlu” bir orta yol olarak gerçekleştiği bir fetişist nesnemizdir.

Başka bir ifadeyle fetişizmin sahası olarak “Merkez Sağ”, siyaset pratiğinin ve siyasi tahayyülün sahası olarak işler.

“Merkez Sağ” beklentisi bizi siyasi istikrarsızlıklardan, azınlık hükümetlerinden, zayıf koalisyonlardan, karar alamayan siyasilerden ve ekonomik krizden korur.

Siyasetin “normal” ve işleyen çerçevesini kuran bir tür “proto-ideoloji”dir, bu fetişizm. Yani, “ideoloji” olarak adlandırılmayan bir ideolojik çerçevedir. Gerek serbest piyasanın işlemesi gerekse muhafazakâr tonun hâkim olduğu bir iklimde “memlekete faydalı olanın” gerçekleştiğine dair naif fetişist inanç olarak işler.

“Merkez Sağ”a konumlandırılan ya da kendisini o mirasın temsilcisi gören siyasi partinin karşılık geldiği şey aslında bu partinin kendisinde somutlaşır: Parti, olabildiğince “kapsayıcı”dır.

Bu kapsayıcılığın anlamı, bu partilerin Otto Kirchheimer’in tabiriyle “herkesi yakala partileri” olmasıdır. “Merkez sağ” partisi, bu bağlamda, kitle partisi olma hedefindedir. Yakalamak istedikleri “herkesin” kapsamını genişletmek için “ideolojik birikimlerini” mümkün mertebe geride bırakırlar.

İdeolojik çerçevesi belirgin olan partiler de daha çok “Merkez Sağ”dan umudunu kesenlerin sığınağı olur. Örneğin, Türkiye ölçeğinde Erbakan’ın Millî Görüş hareketi İstanbul sermayesinin dışında kalan kesimlerin ideolojik bir yapı altında siyasallaşmasını ifade eder.

Sigmund Neumann’ın yaptığı ayrımı dikkate alırsak bu tarz siyasi partiler “birleştirici partiler”dir; “merkez”in dışında kalmış ya da onunla ilişkisinde dezavantajlı olan kesimlerin “merkeze karşı” geliştirilen, alternatif bir ideolojik söylem altında bir araya gelmesini ifade eder. “Karşı” bir hareket olması sebebiyle de ideolojik birikimlerin ön planda olduğu birer siyasal yapılardır bu partiler.

Neumann’ın “birleştirici” partilerin karşısına koyduğu “temsil partileri” ise merkezi işaret eder. Temsil partileri, ideolojik bir biçimlendirmeden ziyade var olan siyasi, toplumsal ve iktisadi talepleri yansıtma iddiasındadırlar. İdeolojik bir endoktrinasyondan ya da yönlendirmeden öte, farklı kesimleri kendi bünyesinde, “oldukları şekilde” barındırma hedefindedirler. Dolayısıyla bu partilerin kapsayıcılığı, ideolojik bir dönüştürmeyi gerektirmeden mevcut siyasi alanın ekseriyetini, mevcut olanı temsil etmekte vuku bulur.

Fetişist unsur da tam olarak burada saklıdır. Farklı kesimler merkezi o siyasi partide gördükleri ve onun içinde “oldukları şekilde” var olabileceklerine ikna oldukları sürece bir “temsil partisinden” söz edebiliriz. Fetişist unsur, bu “kendiliğinden ikna”nın bizatihi kendisidir. İnsanlar “merkezin” o ya da bu partide olduğuna ikna olmak isterler çünkü istikrarsızlığın, çatışmanın ötesinde bir güvencenin arayışı içindedirler.  

Temsil partilerin “proto-ideolojik” işlevleri bu “güvence”nin karşılıklı tesisi vasıtasıyla gerçekleşir. Farklı kesimler o siyasi partinin “merkez sağ” olduğuna ikna olurken siyasi parti de bu kesimleri “var oldukları” şekilde temsil etme iddiasıyla hareket eder.

Sonuç olarak “Merkez Sağ”, toplumsal-siyasal alanın fetişist nesnesidir; bu alanın “güvende” olduğuna, istikrarlı yapısına dair inancın ifadesidir. Bakarsanız, “güven ortamı” denen toplumsal hissiyatın kökeninde bu “güvence”, bu fetişin tatmini yatmaktadır. Bu tatmin yoluyladır ki ideolojik beklentiler keskinliklerini yitirir, başka bir deyişle, merkeze doğru “ehlileşme” yönünde rıza gösterir ve “Merkez Sağ”ı mümkün kılar.

Türk Siyasetinde Merkez Sağ: 1950-1980

Türkiye özelinde “Merkez Sağ”ın Demokrat Parti’de simgeleşen “anti-bürokratik” bir niteliği vardır. Devletle olan ilişkisinde daha özerk bir konum talep eden ticaret burjuvazisinin temsilcisi olan Demokrat Parti, “Yeter, Söz Milletindir” sloganında somutlaşan, mevcut olanı temsil etme hüviyeti ve iddiasıyla açığa çıktı.

Nitekim seçimlerle “tek parti” iktidarına ulaşması da Demokrat Parti’nin salt “ticaret burjuvazisinin” arkasında birleştiği bir parti olmaktan öte “temsil partisi” olduğunun göstergesidir. Elde ettiği oy oranıyla Demokrat Parti, “herkesin yakalandığı” ve ikna olduğu “Merkez Sağ”ın ifadesi olur. “Bürokratik rejim”in karşısında “demokratik rejim” vaadiyle DP, kitleleri “olduğu hâliyle” yansıttığı iddiasıyla hareket ettiği ölçüde başarılı oldu. Aynı şekilde kitleler de bu hususta ikna olduğu sürece DP, “güvence olma” hüviyetini korudu.

Bana kalırsa DP’nin “Merkez Sağ” konumundan uzaklaşmasının sembolik ifadesi Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün istifasıdır. Keza, Haziran 1957’de bakanlıktan istifa eden Köprülü, aynı yılın 7 Eylül’ünde partisinden ayrıldığında şu sözleri sarf eder: “Eski hüviyetini tamamıyla değiştirmiş olan bugünkü Demokrat Parti zihniyeti ile uyuşmak benim için imkânsız[dır]”.

Köprülü gibi sembolik bir siyasinin istifası, DP’nin “güvence” olma konumunun yitirilmeye başlandığı ândır. O dönem yaşanan siyasal huzursuzluğun giderilmesi açısından gündeme gelen “erken seçim” önerilerinin DP’nin önde gelenlerince göz ardı edilişi de bu “yitimin” DP’deki karşılığı olarak okunabilir.

Toplumun ve siyasetin “Merkez Sağ” arayışı 1960 Darbesi ile yara da alsa, darbenin akabinde yapılan ilk seçimde de sürer. 1961 seçimleri her ne kadar Cumhuriyet tarihinin ilk koalisyon hükümetine, CHP-AP, yol açsa da DP’nin mirasçısı olma iddiasındaki Adalet Partisi (DP), ikinci büyük parti olmayı başardı. O dönem Türk kamuoyunun DP aleyhtarı rüzgârları göz önünde bulundurulunca AP’de simgeleşen “Merkez Sağ” eğiliminin kuvveti net bir şekilde görülmektedir.

Bakarsanız, o dönem büyük oranda parlamento dışı müdahaleyle oluşturulan CHP-AP koalisyonunun ardında da bir “Merkez Sağ” motivasyonu yer alır. Keza 70’lerin sonunda özellikle İstanbul sermaye gruplarının talep ettiği, fakat gerçekleşemediği için Milliyetçi Cephe hükümetlerini gündeme getiren CHP-AP “büyük koalisyonu” aynı eğilimi barındırır. Çünkü her ikisi de son kertede, “güven ortamını” sağlayacak ve toplumsal-siyasal uzlaşıyı temsil edecek bir “güvence” talebidir.

Nitekim kurulamayan ya da inşa edilemeyen güven ortamı ülkeyi 1980 Askeri Darbesi’ne sürükler. 80’lere geçmeden önce bir siyasal ironiye de işaret etmek gerekiyor. “Büyük koalisyon” kurulamadığında onun yerini alan hükümetlerde, örneğin Milliyetçi Cephe’lerde, “birleştirici parti” olarak tanımladığımız “Millî Görüş” hareketinin partisi Millî Selamet Partisi (MSP) yer alır.

Başka bir deyişle, toplumsal ve siyasal kesimler kendilerini, “oldukları gibi” temsil edecek bir “Merkez Sağ” bulamadığında ya da buna ikna olmadığında siyaset, “güvencesinden” yoksun kalır. Hâliyle, ideolojik birikimleriyle ön planda olan siyasî partilere alan açar. “Merkezin” yokluğu karşısında alternatif arayışların bu gündeme gelişi 90’lı yıllarda, üstelik oy oranlarına da etki edecek şekilde tekrar gerçekleşecek, Refah Partisi %21’i aşan oy oranıyla hükümeti kuracaktır.

Bölünmüş Bir Merkez Sağ: 80’lerden 2000’lere

1980’ler ise “Merkez Sağ”ın biçimsel bölünüşünü temsil eden ve ülkeyi 90’lı yılların zayıf koalisyonlarına yönlendiren olaylara tanıklık eder.

Dönemin Başbakanı ve Anavatan Partisi (ANAP) lideri Turgut Özal’ın 1987 referandumunda, 12 Eylül Darbesi’nin getirdiği siyasi yasakların kaldırılmasına “hayır” demesi 90’lı yılları siyasi kriz yumağına çeviren “Merkez Sağ”ın gözlerden yitmesiyle sonuçlanacak uzun bir sürecin önünü açtı.

Aynı halk oylamasında, kapatılan Adalet Partisi’nin mirasını üstlenen ve AP’nin yasaklı lideri Süleyman Demirel’in geri planda desteklediği Doğru Yol Partisi (DYP) ise siyasi yasakların kaldırılması yönünde destek aradı.

Referandumda kıl payı da olsa “siyasi yasakların kaldırılması” sonucu çıkınca Özal, erken seçim kararı aldı ve aynı yıl Türkiye tekrar sandık başına gitti.

Bu iki olay, Özal’ın “hayır” kampanyası ve erken seçim “Merkez Sağ”ı 2000’li yıllara dek önüne geçilemeyen bir krize hapsedecektir. İdeolojik ve siyaset pratiği açısından birbirinin neredeyse aynısı olan bu iki partinin çekişmesi 1994’te Ankara ve İstanbul’u “Millî Görüş” hareketinin yönetimine geçmesinde belirleyici olacaktı. Çünkü her iki ilde de bu iki partinin aldığı oylar kazanan adayın oy oranını geçmektedir.

Erken seçimin sonuçları bu krizi ilk elde kanıtlar: Özal’ın ANAP’ı birinci parti koltuğunu korusa da oylarında yaklaşık %13’lük bir kayba uğrar. Demirel’in DYP’si ise %19,1’lik oyuyla üçüncü parti olur.

Temsil edilen bir “Merkez Sağ” varsa da “temsil” boyutunda bir bölünme söz konusudur.

 1989 Yerel Seçimleri’nde ise ANAP’ın oyları bu kez DYP’nin de gerisinde kalır. %26 ile ikinci parti olan DYP’nin ardından ANAP, %22’lik oyuyla üçüncü sırada yer alır. Giderek eriyen temsil kapasitesine rağmen Özal, aynı yıl Cumhurbaşkanı olunca bölünme kemikleşir.

Başka bir deyişle Özal, Cumhurbaşkanı seçildiğinde “merkezde olma” niteliğini, oy desteği ekseninde yitirmişti. Demirel’in DYP’si ise bölünmenin seyrinden çıkamadığı için merkezin temsilini ANAP ile paylaşmak zorundaydı.

90’lı yıllar Özal’ın vefatı, Demirel’in 8. Cumhurbaşkanı olarak seçilmesiyle ANAP ve DYP’yi Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller gibi iki genç siyasetçiye emanet eder.

Fakat “Merkez Sağ”ın krizi daha da derinleşir. Bu derinleşmenin en sembolik olayı ise ANAYOL Hükümeti, yani 1995 seçimlerinde birbirine yakın oy olan (%19,6 ve %19,2) ANAP ve DYP’nin koalisyon denemesi ve bu denemenin başarısızlığıdır.

Çiller’e yönelik yolsuzluk iddialarının parlamentoda soruşturma konusu hâline gelmesi ve ANAP lideri Yılmaz’ın bu durumu koalisyon ortağını yıpratmak için fırsat hâline getirme isteği ile “Merkez Sağ” krizi derinleşir. Derinleşmenin adı, 3,5 ay ömürlü bir hükümettir.

Akabinde DYP, iktidar ortağı olabilmek için “birleştirici” bir partiye, Millî Görüş hareketinin o dönemki siyasi partisi Refah Partisi ile koalisyon yapmak zorunda kalır.

Kısacası Yılmaz, “Merkez Sağ”ı kendi partisinde toplamak istese de sonuç, bu olgunun yıpranması olur.

Toparlayacak olursak “Merkez Sağ”ın bu yirmi yıllık süreci, bizatihi siyasi partiler tarafından gerçekleşen bölünmenin kemikleşmesiyle hüsranla sonuçlanacaktır. Yani, sorun “temsil edilenin” varlığı değil, temsil edenlerin bölünmesiydi. Aynı hüsran 90’lı yılları 8,5 yılda 8 koalisyona mecbur bırakacakken “Merkez Sağ” arayışını onu temsil eden iki partiden alıp “alternatif” bir partiye, “alternatif”ten doğan “merkeze”, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AK Parti) yönlendirecektir.

“Millî Görüş” Gömleğini Çıkarmak ya da “Ülkücülük” Gömleğini Korumaya Çalışmak

Türk siyasetinde “birleştirici” bir parti olup Başbakanlık koltuğunu kazanabilen yegâne örnek olan Millî Görüş hareketi, kendi içinden Türkiye’nin son yirmi yılına damga vuran bir parti ve lider çıkardı: AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan.

AK Parti, 90’lı yılların temsil ve hükümet krizlerine bulanmış siyasetinden “Merkez Sağ”ın “doğal” temsilcisi olarak açığa çıktı.

Erdoğan’ın “Millî Görüş gömleğini çıkardık. Geçmişi unutun, yeni bir partiyiz” açıklamasının yanı sıra 27 Aralık 2005’te meclis kürsüsünde sarfettiği şu sözler, bu bağlamda dikkat çekici: “Geliştim, geliştim… Değişerek geliştim… Otuz yıl öncesinde kalmadım; çünkü, çağdışı değilim”.

Çünkü “değişerek geliştim” sözünde kendi ideolojik birikiminde ısrar etmek yerine, kitlelerin “olduğu hâliyle” kendini bulduğu bir siyasi figüre dönüşmenin gerçekliği yatmaktadır. Nitekim AK Parti, tam olarak “merkezin” kaybına uğraşmış bir siyasal alanın yeni “merkez” umudu olarak ortaya çıkmış, daha doğru bir ifadeyle, kitlelerin gözünde bu konuma gelmiş bir siyasi parti oldu. Erdoğan’ın “gömleği çıkardık” açıklaması da bu “merkez” konumunun benimsenmesinin bir ifadesidir.

Parti içinde “Merkez Sağ” geleneğinden pek çok ismin bulunması da bu bağlamda dikkate değerdir. AK Parti’nin Erdoğan’ı “Özal ve Menderes” liderliği ekseninde bir lider olarak sunması da keza öyle. Nitekim bu sunuşta basit bir popülist nüve görmek yerine onun, siyasal alanın bir “güvence” arayışının sembolik karşılığı olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.

Başka bir deyişle AK Parti, “Merkez Sağ”ın kendiliğinden iknayı gerektiren o inancı kitlelere sunabildi. Farklı kesimleri kendi varlığında konumlandırabildi.

AK Parti içinde, onu bu konumunu göz ardı eden “ideolojik birikimleri” öne çıkaran yorumlara tanık olunduğunda siyaset, tabir-i caizse “şüpheye düşmektedir”. Bu şüphe ise sadece AK Parti ya da onun konumu için değil, bizatihi siyasal alanın krizi anlamına gelir.

Bugün, AK Parti’nin “en zor günleri” olsa da %30 bandında koruduğu oyu, toplumsal talebin “Merkez Sağ” yokluğundan duyduğu tedirginliğin bir kanıtı olarak okunabilir. Kısacası siyasal olarak en kaygılı olduğu dönemde Erdoğan, hâlâ Türk siyasetinin en belirleyici ismi olmayı sürdürmekte.

Altılı Masa’nın güçlü figürü İYİ Parti de başta Meral Akşener olmak üzere Türk siyasetinde kendine özgü bir ağırlığa sahip Milliyetçi Hareket Partisi’nden (MHP) ayrılan isimler tarafından kuruldu. MHP, ideolojik birikimini tutarlı bir disiplin içinde tutmaya özen gösteren “birleştirici bir parti”. Buradan bakıldığında Akşener’in liderliğindeki parti ile AK Parti’nin doğuşu arasında bir benzerlik bulunabilir.

Nitekim İYİ Parti, AK Parti’yi ideolojik çizgilere fazla yaklaşmış, “Merkez Sağ”dan uzaklaşmış olarak görenlerce yeni bir “Merkez Sağ” umudu olarak da tanımlanmakta.

Bu arada tekrar belirtmekte fayda var: “Merkez Sağ” yüzergezer bir gösterge, kaygan bir zemindir. Hâliyle en ufak bir sarsıntı bile yeni “merkez” arayışlarına yol açabilir.

İYİ Parti’nin “Merkez Sağ” odağı olarak görülmesi de bir bakıma, AK Parti’nin öne çıkardığı ya da çıkarmak zorunda olduğu “ideolojik” söylemler ve politikaların sonucu. Bu söylemler öne çıkarıldığında “temsil” yerini “birleştirme”ye bırakıyor ki bunun popüler adı “kutuplaşma”dan başka bir şey değil.

Fakat AK Parti ve İYİ Parti’yi “Merkez Sağ” bağlamında karşılaştırdığımızda alternatifin içsel çelişkileri ile karşı karşıya kalıyoruz.

Bir kere İYİ Parti, MHP geleneğinden ayrılmak bir kenara, onunla aynı tabandan beslenme iddiasında. Dahası bu iddiası, onun siyaset yapma biçiminin asli parametrelerinden biri. MASA’nın bu bağlamda hazırladığı raporunda da belirtildiği üzere Türk Milliyetçiliği ve Ülkücülük nosyonları İYİ Parti’nin genetik kodlarını teşkil etmekte.

Bunun anlamı İYİ Parti’nin hâlâ ve öncelikle “merkeze karşı” ve “ideolojik birikimleri” ön planda “birleştirici parti” olmasıdır. Söylemsel olarak farklılık gösterse de yapısal olarak partinin bu sınırda ikamet etmeyi sürdürmesidir.

Yapısal sınırlılıklarına rağmen İYİ Parti’nin potansiyel bir “Merkez Sağ” parti olarak görülmesi AK Parti’nin “kutuplaşmacı” söyleme başvurmasıdır.

Burada ise AK Parti’nin “oyun kurucu” rolünü muhafaza edebilmesine dikkat edilmeli. Kendi alternatifine kendisi yol açan bir parti, AK Parti. Salt bu yönüyle “Merkez Sağ” konumunu, utangaç bir şekilde de olsa korumakta.

“Merkez Sağ” arayışını asla bırakmayan Türk siyaseti için de hâlâ kendi kendisinin alternatifi olmayı sürdürüyor.

Fakat “ideolojik söylemlere” başvurduğu ölçüde, bu konumunu paylaşmak zorunda kalabilir.

Seçimlere giderken ideolojik söylemlere ağırlık vermiş bir “Merkez” parti ve böylesi söylemlerden kendini kurtarmaya çabalayıp “merkez” olacağını iddia etse de yapısal olarak “birleştirici” olmayı sürdüren “karşı” parti ikiliği devam ederse farklı bir senaryo ile karşı karşıya kalınabilir.

Dolayısıyla AK Parti ve İYİ Parti, “Merkez Sağ”ın talep ettiği bir ittifakın ifadesine dönüşebilir.

AK Parti ile İYİ Parti, ANAP ve DYP ikilisinin yarattığı temsil bölünmesine yol açıp birbirine karşı mı hareket edecek yoksa “Büyük İttifak”ı MHP ile kurgulayabilecek mi göreceğiz. Siyasi istikrarın tesisi açısından bu senaryoda ikincisinin değerli olacağı kanaatindeyim. Altılı Masa’nın kırılgan siyaseti ve İYİ Parti’nin söz edilmeyen huzursuzluğu göz önüne alındığında bunun güçlü bir olasılık olduğunu da vurgulamak gerekiyor.

Dr. Adem Yılmaz hakkında 56 makale
Yüksek Lisans ve Doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi programında tamamlamıştır. Çalışma alanlarını Siyasal Kuram, Siyaset Sosyolojisi, Felsefe ve Türk Siyasal Hayatı oluşturmaktadır.

İlk yorum yapan olun

Bir Cevap Yazın