
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkındaki yargı kararının Türk siyasetinde bir dönüm noktası olduğu iddiası olayın sıcaklığının bir ürünü.
Nitekim dönüm noktaları, daha çok retroaktif bir bakışın ürünleridir. Bu bakış geriye dönük bir sürecin içinde bulunulan zaman diliminde “öykülenmesi”dir kabaca.
Bir olayı dönüm noktası olarak işaretlemek bu bakımdan pek çok değişkenin vuku bulmuş olmasını gerektirir. Dolayısıyla geçmiş olaylara atıfla bugün yaşanan bir gelişmeye “dönüm noktası” niteliği atfetmek salt duygusallığın pençesinde hareket etmenin sonucudur.
Kanaatimce İmamoğlu’nun Türk siyasetine damga vuracak bir figüre dönüşüp ülkeyi yönetebilmesinin önündeki en büyük engel her şeyden önce kendisi, kendi yapıp ettikleri olacaktır.
Bununla eşzamanlı bir diğer önemli engel de “dönüm noktası” atfedebilen cürete sahip bu duygusallıktır.
Duygusal yaklaşımlar cüretkâr oldukları oranda güçsüzdür de. Siyasetin rasyonalitesinin karşısında günden güne erimek gibi bir kaderleri vardır.
İmamoğlu kararını bir “dönüm noktası” kılmak İBB Başkanının geleceğini Erdoğan’ın yazgısıyla eşitleyen ve “mağduriyet” etiketini etkili bir siyasi araç olarak gören “geleneksel” bir yorumun ürünü.
Türkiye’deki sosyolojinin değişmezliğine dayanan bu yorumun hem siyasi aktörlere hem de kitlelere haksızlık olduğunu belirtmemize gerek bile yok.
Öte yandan İmamoğlu’nun karar sonrası performansı da bu haksızlığı sürdürme konusunda pek de sorun görmediğini ortaya koyuyor. Hem kendisine hem de mevcut Türkiye sosyolojisine yaptığı bir haksızlık bu.
Bir kere hırsını dizginleyemeyen bir profile sahip İmamoğlu. İBB Başkanı olduktan sonraki beyanatları, özellikle de Nagehan Alçı’nın yer aldığı fotoğraf karesine yönelik tepkilere yanıtı bu “dizginleme” probleminin bir göstergesiydi. “Vız gelir tırıs gider, hiç umrumda değil” şeklindeki yanıt sadece kendisine özür diletecek tepkileri yükseltmedi, aynı zamanda onun şahsında “Erdoğan’ı görenleri” memnun da etti.
Şimdi İmamoğlu’na yönelik yargı kararında “dönüm noktası” gören bakış da başka bir yelpazede kendi “Erdoğan’ını” arayanların bakışı.
Bu kesimin, Kılıçdaroğlu’nu “İmamoğlu’nu aday yapmazsa büyük bir siyasi hata yapmak”la itham etme noktasına varan cüreti İmamoğlu açısından da bir sorun.
Bana göre Cumhurbaşkanlığı gibi bir makama yönelik adaylıkta “işaret edilen” konumunu korumak elzem. Türkiye, kendisini işaret eden siyasi figürlerin sönmesine alışık bir ülke. Kitleler nezdinde “işaret edilmek” ise büyük bir teveccühü muhafaza edip arttırma potansiyeline sahip.
2002’de Erdoğan’ın başına gelen buydu. Kaldı ki Cumhur İttifakı seçmenleri açısından hâlâ bu konumunu korumakta.
İmamoğlu ise kararın verildiği güne kadar, “işaret edilen” olmaktan çoktan çıkmıştı. Belediye seçimlerini iki kez kazanmanın güveniyle bunu büyük oranda yapan kendisi ya da kendi ekibinin yönlendirmeleriydi.
Yargı kararının İmamoğlu’nu yeniden “işaret edilen” konumuna çıkarması açısından bir “dönüm noktası” olarak işaretlenmesi bana kalırsa benzer hatayı yeniden yapmakla eşdeğer.
Bu hatada ısrar edilirse sonucu hem Altılı Masa hem de İmamoğlu’nun siyasi kariyeri açısından yıkıcı olabilir.
Seçime giderek yaklaştığımız şu günlerde İmamoğlu’nun, Altılı Masa’nın önüne geçecek bir isim olarak ilan edilmesi muhalefeti, karara yönelik tepkileri konsolide etme noktasında bir zafiyete uğratacaktır.
Muhalefet bloğu içinde ya da İmamoğlu tarafından bu hata fark edilmiş olacak ki Fatih Altaylı’nın TV çağrısına “Bir süre ekrana çıkmayacağım” şeklinde yanıt verilmiş.
Sonuç olarak İmamoğlu’na “Erdoğan” benzeri bir yazgı biçmek ya da onda bir “Erdoğan” aramak bana kalırsa hem kendisine yapılmış bir haksızlık olacak hem de muhalefetin bir “alternatif” olma iddiasını baltalayacak.
Bu iddianın altının, İmamoğlu kararı ile savrulan Altılı Masa tarafından bugüne kadar neden doldurulamadığı ise ayrı bir sorun.
İmamoğlu Kararını Yönetemeyen Bir Muhalefet
Kılıçdaroğlu’nun Akşener’e yönelik “bir parti başka bir partinin içişlerine karışmamalı” şeklindeki söylemi de İmamoğlu kararının Altılı Masa içinde bir güç savaşına yol açtığının kanıtı.
Kendi adıma bir süredir, İmamoğlu kararından da daha önce, kendi taraftarlarının önünde bile işlevsizliği ile ön plana çıkan bir ittifak girişiminin niye sürdürüldüğünü merak ediyordum. Altılı Masa’nın önde gelen iki partisi arasında İmamoğlu kararının gün yüzüne çıkardığı çatlak, sanıyorum bu merakı pek çok kişi için olağanlaştırdı.
Bu merak, 70’li yılların ruhu bağlamında bir yazıya da dönüşmüştü. Altılı Masa üyelerinin birbirleri üzerinde etki yaratma uğraşına kapılmaları riskine vurgu yapılmıştı.
Sanki iktidara alternatif yaratma değil de “en iyi muhalif olma” yolunda bir yarış söz konusu.
İktidar ya da iktidara ortak olmak yerine “en iyi muhalif olma” yarışına kapılmış partilerden oluşan Altılı Masa’nın değil Erdoğan gibi gücünü muhafaza edebilen bir lider, geçmişin azınlık hükümetleri karşısında bile kuvvetli bir şansı olamaz.
Söz konusu çatlak İsmail Saymaz’ın “Akşener’e yakın bir milletvekili” olarak tanımladığı birinden aldığı yanıtta açıkça görülüyor:
“Cumhurbaşkanlığı meselesi, CHP’nin iç meselesi değildir. Eğer ittifak halinde bir Cumhurbaşkanı çıkacaksa… İç meselesiyse oturur, kendi aralarında çözerlerdi. Zaten masaya da ihtiyaç yok o zaman”.
İmamoğlu’nda “kendi Erdoğan’ını” arayanları üzen bir gelişme daha.
Kaldı ki muhalefet bloğunun artık gizlenemeyen, sanıyorum artık pek de gizlenmek istenmeyen çatlağı gözler önündeyken İmamoğlu’na büyük anlamlar yüklemenin, onu büyük sloganların öznesi yapmanın ne kadar anlamı kalıyor, üzerinde düşünülmeli.
***
Muhalefet bloğu, iktidarın en önemli niteliği olan “karar alabilmenin” yokluğunda iktidarın “gönülsüz” destekçisi olma yolunda ilerliyor.
İmamoğlu kararının o çok göklere çıkarılan “rüzgârı”, muhalif partileri seçim sonrasında kendi konumlarını koruma derdine yönlendirmiş gibi.
Bu noktada son bir öneri:
Erdoğan’ı “Erdoğan benzerleriyle” yenilgiye uğratmanın olanaksızlığı Ekmeleddin İhsanoğlu ve Muharrem İnce örneklerinde görüldü. Biri dindar kimliğiyle diğeri ise üslubuyla Erdoğan’ın adeta bir izdüşümüydü.
Bir Cevap Yazın