
İsrail Dışişleri Bakanlığı İklim Değişikliği ve Sürdürülebilirlik Özel Temsilcisi Gideon Behar MASA Stratejiler’e özel açıklamalarda bulundu. MASA Ankara Dış İlişkiler Sorumlusu Ayşe Gülsüm Çalık’ın sorularını yanıtlayan Behar, kariyer hikâyesinden Türkiye ile ilişkilere dek tüm detayları paylaştı.
Dünyanın en önemli problemlerinin başında gelen iklim krizi üzerine Gideon Behar’la gerçekleştirilen röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
A.Ç:Sizinle İsrail İklim Değişikliği Kongresi 2023 Tel Aviv’de tanışmıştık. Özel oturumumuz kapsamında iklim değişikliği ve su krizi üzerine yaptığınız sunum çok etkileyiciydi. Türkiye’de iklim krizinin etkileri giderek daha gözle görünür hale geldi. Artan orman yangınları, susuzluk tehdidi ve seller bunun en açık örnekleri. Dolayısıyla kamuoyunun ve politikacıların ilgisinde de artmalar oluyor. Bu sebeple sizinle röportaj yapmayı çok istedim. Özellikle İsrail’in iklim değişikliği politikası, su yönetimi, iklim krizinin Ortadoğu’ya etkileri ve ortak bir çözümün mümkün olup olmadığını tartışmayı çok önemsiyorum. Sizi daha yakından tanıyarak röportajımıza başlamak istiyorum
G.B: İsrail Dışişleri Bakanlığı İklim Değişikliği ve Sürdürülebilirlik Özel Temsilcisiyim. Bu İsrail’in dış politikasında iklim değişikliği ve sürdürülebilirlik konuları benim görev alanımın olması anlamına geliyor. Ayrıca iklim değişikliği kapsamında bölgesel ve uluslararası işbirlikleri kurmak da benim sorumluluğumda.
İsrail’de genellikle çözüm odaklı konulara yoğunlaşıyoruz. Bölgemizde iklim krizine yönelik pratik çözümlere çok az önem verildiğini düşünüyoruz. Pratik ve ölçeklenebilir daha fazla çözüm sunmak için büyük yatırımlar yapmaktayız. Bu aynı zamanda İsrail’in iklim krizi çözümüne yaptığı en büyük katkıdır. Biz çok küçük bir ülkeyiz ve toplam emisyonun %1.2’si bize ait. Yani bu krizi yaratmada önemli bir oyuncu değiliz. Fakat her ülkenin görevi olduğu gibi emisyon azaltımı konusunda herkes gibi bizler de yüzyılın ortalarında, 2050’de, O emisyon’a erişmek için elimizden geleni yapmalıyız.
İklim değişikliğiyle mücadele konusunda İsrail dünyanın ileri gelen ülkelerinden birisidir. En büyük katkımız inovasyon alanında. İklim inovasyonu, suyun yönetimi ve adaptasyon alanını kapsar. İsrail’in fark yaratabileceği alanlar tarım, su, genel olarak yenilenebilir enerji, alternatif proteinler ve doğal temelli çözümlerdir. Ayrıca İsrailli çok sayıda şirket de bu alanda çalışıyor. Son zamanlarda yapay zeka ile meteorolojik hava tahmini ve karbon depolaması gibi uzmanlığa sahip olduğumuz başka birçok alan var. Eğer isterseniz size İsrail’deki iklim inovasyonu hakkında İngilizce bazı bilgiler gönderebilirim. Bunları Cop 27 Zirvesi için hazırlamıştık.
A.Ç: Genelde dış işlerinde çalışanların güvenlik, kültür veya hukuk gibi alanlara yöneldiğini biliyoruz. Sizin uzmanlığınız ise oldukça farklı. Büyükelçi olarak iklim değişikliği konusuna ilginiz ne zaman ve nasıl başladı?
G.B: Gerçekten güzel bir soru. Çocukluğumdan itibaren doğaya aşık biri oldum ve onu hep korumaya çalıştım. Yani iklim konusunu seçmem kişiliğimle ve kişisel bağlılığımla yakından ilgili. 2006-2011 yılları arasında Senegal Büyükelçisiydim. Bu süre zarfında iklim değişikliğinin Afrika’yı ve özellikle Sahra ülkelerini nasıl etkilediğine tanık oldum. Yerel çiftçilerin kendilerini iklim değişikliğine daha iyi hazırlamalarına yardımcı olmak için Senegal’de tarım programlarının geliştirilmesine büyük ölçüde dahil oldum. Bu nedenle, İbranice’de kuraklık anlamına gelen TIPA adlı özel bir program geliştirdik. Bu proje, damlama sulama kullanımına dayalı tarımı yaygınlaştırmayı amaçlıyordu. Elçiliğin bu faaliyetlerinden dolayı Senegal’de damlama sulama yöntemi çokça kullanılmaya başlandı.
Senegal’den döndüğümde kendi kendime “zamanımızın en büyük sorunu nedir? En önemli şeyler neler? Bizim için en büyük tehdit nedir?” gibi soruları sordum. Cevap olarak iklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik, doğanın korunması olduğu sonucuna vardım ve bununla ilgilenmeye/uğraşmaya karar verdim.
Bakanlığa iklim değişikliği ve sürdürülebilirlik için özel temsilci oluşturulmasını önerdim. Ve kabul ettiler. Bunu yapan ilk kişi ben değildim. Ben ikinciyim. Ama İsrail’de iklim konusunu diplomatik çalışmaların alanına dahil eden ilk kişi benim. Buna iklim diplomasisi diyoruz. Ama aynı zamanda İsrail içinde özellikle iklim değişikliğine uyum için hazırlık çalışmalarına da öncü oldum.
A.Ç: Bölgemizde, Türkiye de dahil, iklim değişikliği konusunun yeteri kadar önemsenmediğini görüyoruz. Aslında iklim krizi kaynaklı değişimleri yaşamaya başladık bile. Peki sizce kamuoyu ve politikacılar bu sorunu neden hâlâ yeteri kadar önemsemiyor ve tartışmaktan kaçıyorlar? Bir diğer sorum ise bu konuya kamuoyunun dikkatini nasıl çekebiliriz? Burada medyanın rolünü de tartışmanızı istiyorum.
G.B: Bu iyi bir soru. Bence birçok yerde politika yapıcılar veya üst düzeyde yetkili olan politikacılar iklim değişikliği konusunda farkındalık sahibi değiller. Medyaya burada çok görev düşüyor. Medya, iklim değişikliğini veya iklim değişikliği etkisini çok kapsamlı bir şekilde yönetemiyor.
Medya daha dramatik ve acil olayları seviyor. Fakat iklim değişikliği uzun süreye yayılan bir fenomen olduğu için yaşanan olayları günlük hava değişikliği sanıyorlar. Çoğu insan, Kuzey Kutbu veya Antarktika’da yaşanan olayların kendi bölgelerini de etkilediğini ve bağlantılı olduğunu anlayamıyor. Örneğin Arktik’te eriyen buzulların Türkiye’nin doğusunda kuraklığa sebep olduğunu göremezler.
Basında bunun hakkında daha fazla konuşmak ve televizyonda daha fazla yer vermek gerekiyor. Ayrıca akademide ve akademik çalışmalarda da daha aktif olmamız gerektiğini düşünüyorum. Ancak bunu yaparken her zaman sade ve anlaşılabilir bir dili kullanmalıyız. İklim değişikliği ile ilgili birçok metin oldukça bilimsel bir dille yazılmış. Yani insanlar bunu anlamıyor. İklim değişikliğinden bahsederken daha basit terimler kullanmalıyız. Akademide ve medyada yapmamız gereken şeylerden biri de bu. İklim değişikliğine farkındalığın nasıl arttırılabileceği, politikacıların ilgisinin nasıl çekileceği, medyanın rolü, engeller ve çözümler gibi konuları daha fazla konuşmalıyız.
Örneğin, Türkiye’deki su kıtlığından bahsederken, su kıtlığını daha geniş bir iklim değişikliği ve iklim krizi tablosunda ilişkilendirmek gerekir. “Yeterince yağmur yağmadı” demek yetmez. Daha az yağış olduğu ve su kıtlığının temelinde iklim değişikliği olduğunu belirtmeliyiz. Diğer türlü günlük yaşamını devam ettiren insanlar bu bağlantıyı yapamaz.
Başka bir örnek vereyim. İsrail’de son zamanlarda yaşanan sellerin sayısında artışlar oluyor. Özellikle Tel Aviv veya diğer alçak alanlarda bu durum daha yaygın. Her kış sellerle uğraşmak zorunda kalıyoruz. Dolayısıyla medyada “Tel Aviv’de sel oldu” demek yetersiz bir açıklama. “İklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden dolayı” demelisiniz bu olaylara. İklim krizi etkisiyle her yıl daha fazlaetkileneceğimizi açıklamalıyız. Böylece insanların iklim değişikliği konusuna ilgisini çekecek bağlantıyı kurmuş olursunuz. Ayrıca bu durum insanların gelecekte karşılaşacakları sorunlara da hazırlıklı olmalarını sağlar.
A.Ç: Peki iklim değişikliği bölgemiz için ne kadar büyüklükte bir tehdit oluşturuyor?
G.B: En büyük tehdit. Bölge ülkeleri ve halkları için varoluşsal bir tehdittir. Biliyorsunuz Ortadoğu ve Doğu Akdeniz iklimsel sıcak nokta- climatic hot spot- olarak kabul ediliyor. Bu bölgeler dünya ortalamasının iki katından fazla ısınıyorlar. Yani yaşadığımız bölge aslında Kuzey Kutbu’ndan sonra dünyanın en hızlı ısınan bölgesi. Sadece Arktik bölgemizden daha hızlı ısınan tek bölgedir. En büyük fark, Kuzey Kutbu’nda insan yaşam alanı yok. Ama bölgemizde Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da yaşayan yaklaşık yarım milyar insan var.
Bu yüzden iki şeyi anlamalıyız. Birincisi iklim değişikliğinin sektörler arası etkilerinden biri hayatımızın her alanını ve bölgemizdeki tüm ülkeleri etkilemesi. İkincisi, bölgesel iklim dayanıklılığı yaratmanın çok önemli olması.
İklim değişikliğine karşı dayanıklılık bölgesel olacaktır. Hiçbir ülkenin tek başına mücadele etme kapasitesi yeterli değildir. Bu sebeple devletler politikalarını hazırlarken ulusal ve bölgesel şeklinde geniş kapsamlı hazırlamalı.
Bilinen bir gerçek olarak bölgemizde nüfusun çoğu iklim değişikliğine karşı savunmasız kalacaktır. Özellikle azgelişmiş ülkelerin insanlarının çok fazla çareleri olmadığını düşünmeliyiz. Bu sebeple ortak tehdide karşı birlikte yürümeliyiz. Bu çok önemli. Bunu yapmazsak, iklim değişikliği en savunmasızları etkiler. u ülkeler kırılganlık yaratarak ve bölgesel istikrarsızlık, göç yolları, ekonomik çöküş, bölge üzerindeki güvenliği etkileyecektir.
Bence bu konuda Türkiye ve İsrail en önemli oyuncular. İsrail’in yenilikleri ve çözümleri var. Türkiye’nin jeopolitik konumu, kapasitesi, büyük nüfusu, geniş alanları var. İsrail ve Türkiye’nin iklim değişikliğine yönelik işbirliği sadece iki ülke için değil, tüm bölge için hayati önem taşıyor.
A.Ç: ki ülke arası bu konuda gerçekleşmiş veya planlanan işbirliği var mı?
G.B: Çok fazla değil. Tarım veya su gibi özel sektör tarafından özel işbirlikleri var. Ama bence hemen hemen her konuda birlikte gerçekten işbirliği yapabiliriz. Yani Türkiye’nin ihtiyaçlarına baktığınızda su diyorsunuz. Su gerçekten çok önemli bir konu. İsrail, su sürdürülebilirliği ve yönetimi konusunda çok iyidir. Bu çözümler sadece yüksek teknoloji değil çoğu zaman sadece modellerden ibaret. Bu modellerle su sistemlerinde su kaçağı veya su kaybının nasıl önleneceğini benimsemeli ve anlamalısınız. Bu sofistike bir şey değil, gerçekten basit.
Suyu nasıl kullanılacağınızı düzenlemelisiniz. Tüm teknolojimizi ve bilgimizi Türkiye ve diğer ülkelerle de paylaşabiliriz. Biz bu alanda özellikle suyun tarımda kullanılması konusunda çok fazla tecrübeye sahibiz.
A.Ç: İklim krizinin bölgede göç dalgalarını tetikleyeceğini belirttiniz. Bu konuya geri dönersek eğer tahmini olarak ne kadar büyük bir göç dalgasından bahsediyoruz?
G.B: Çok büyük. Ortadoğu’daki birçok ülke iklim krizinden ciddi şekilde zarar gördü. Bunlardan ikisi Türkiye’ye komşu: Suriye ve Irak. İklim krizinin bu iki ülkeyi nasıl etkilediğini görebilirsiniz. Son zamanlarda Irak’ta yaşananları biraz okursanız, Irak’ın kuruduğunu ve su problemiyle mücadele ettiğini görürsünüz. Daha az yağmur ve daha az su var. Yüz binlerce çiftçi şimdiden topraklarını terk etti. Sadece kırsal kesimden büyük şehirlere göç ediyorlar. Ve başka ülkelere gitmeye çalışıyorlar.
Dolayısıyla, iklim değişikliği nedeniyle bölgesel göç yollarını engellemek istiyorsak, bölge ülkelerini gerçekten güçlendirmemiz gerekiyor. Özellikle tarım alanında. Suyu daha verimli kullanmayı ve kuraklıkla mücadele etmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Daha fazla araştırmaya da ihtiyacımız var. Bu bağlamda, iklim değişikliklerinin bölgelere nasıl etki ettiğine daha fazla odaklanmalıyız.
Suriye için de aynı durum geçerli. 10 yıldan daha uzun süredir devam eden savaşın önemli sebeplerinden birisi su sorunuydu. İnsanlar su kıtlığı, kuraklık ve sıcaklığın bozulması nedeniyle topraklarından ayrılıyorlar. Her yıl daha az yağmur yağıyor ve eskiden zeytin ağacının yetiştiği topraklar verimsizleşiyor. Hayvancılığın her iki ülkede de azaldığı görülüyor.
Zaman geçtikçe iklim değişikliğinin etkileri daha da derinleşiyor. Bunun sonucunda da tohum, su ve hayvancılık gibi yaşamı sürdürmek için temel şeyler azalıyor. İnsanlar yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalıyorlar.
A.Ç: Ortalama kaç milyon insandan bahsediyoruz?
G.B: Kesin bir bilgiye hâlâ sahip değiliz ve bu soruya cevap vermek oldukça zor. Dünya Bankası raporuna göre en az 200 milyon insanın iklim temelli göç edeceği belirtiliyor. Ayrıca IPCC’nin raporları da çok önemli. Bunlar dikkatli şekilde takip edilmeli.
A.Ç: Çok yüksek bir rakam. Konuşmalarınızdan anladığım kadarıyla bu duruma ne kadar erken adapte olursak gelecekteki olumsuzlukları o ölçüde engelleyebiliriz. Bu durumda en önemli konu bana göre su ve doğru kullanımı. Özellikle sulama konusuna çok önem verdiğinizi biliyorum. Bunu biraz daha açabilir misiniz?
G.B: Bence bu konu iklim kriziyle hem mücadelede hem de adaptasyon sürecinde en önemli konulardan. Bölgemizde tarımda sulama metotlarının eski yöntemlerle devam etmesi çok büyük bir sorun. Ağaçları veya tarlaları sulama yöntemiyle besliyoruz. Bu sürdürülebilir değil ve iklim değişikliği koşullarında damlama yöntemi drenaj metoduna geçmek zorundayız.
Dünyada tarım genellikle yağmura bağlı devam ediyor. Fakat yeni oluşan şartlarda artık eskisi gibi hava durumuna göre tarım yapamıyoruz. Çünkü yağmurların yağma dönemleri eskiye göre daha sık değişiyor ve ne zaman yağmurun yağacağı daha az bilinir oldu. Eğer gıda güvenliğini sağlamak istiyorsak sulama yöntemlerinde yeni modelleri kullanmaya geçmeliyiz. Bu, Türkiye gibi tarım arazisi çok olan ülke için de geçerli. Bu yöntem çok karmaşık veya pahalı değil. Damlama yönteminin yaygınlaşması bana göre iklim değişikliğiyle mücadelede ve suyun yönetiminde en önemli adım.
A.Ç: Türkiye’de de tarımda bu yöntem daha fazla yaygınlaşmaya başladı. Ama dünya genelinde hâlâ eski metotlarla tarımsal faaliyetler daha fazla yapılıyor. Sizce bunun temel nedeni ne? İnsanlar değişimden mi korkuyor?
G.B: Evet haklısınız bu sosyolojik olarak bir etken olabilir. Fakat bana göre çiftçiler bu yöntem hakkında yeteri kadar bilgi sahibi değiller. Özellikle Afrika ülkelerinde bu yöntemden ilk bahsettiğimizde çok pahalı olduğunu düşündükleri için karşı çıkmışlardı. Bize göre suyun ve gıdanın güvenliği için damlama metodunun yaygınlaşması önemli. Dediğim gibi basit şekilde açıklamalıyız.
A.Ç: Bir de sıklıkla konuştuğumuz uyum süreci var…
G.B: Bana göre en kritik konu bu ve zaman aleyhimize işliyor. Kamuoyuna nelerin olacağını anlatmalıyız. Su kıtlığı, orman yangınları, seller, çöl fırtınaları, kuraklık, aşırı hava olayları ve hatta yıldırım yağmurları. Bu zorlukları sınırlandırma ve uyum sağlamamız için farkındalığı arttırmak çok önemli.
Su konusunu çok konuştuk şimdi de gıda konusundan örnek vermek istiyorum. Gıda güvenliği çok önemli. Sorumuz “Tarımınızı iklim değişikliğine nasıl adapte edersiniz?”. İlk olarak bir modele ihtiyacınız var. Mesela Türkiye için düşünelim. İlk olarak iklim değişikliğinin ülkenizi nasıl etkileyeceğini modellemelisiniz. İkincisi model ve analizlerle iklim değişikliğinin ülkenizdeki tarımı nasıl etkileyeceğini bilmelisiniz. Tüm bunları anladıktan sonra üçüncü olarak çözüm geliştirmelisiniz.
Geçen hafta İsrail’in gıda güvenliği ile ilgili toplantıya katıldım. Gıda Bakanlığı tarafından tüm bu soruların cevabını içeren sunum yapıldı. Burada çok ilginç olarak patates yetiştiriciliğinin azalacağı ve ısınan havalarla birlikte farklı şeyleri üretmemiz gerektiği açıklandı. Türkiye de eminim bu şekilde projelendirmeler yapıyordur. Çünkü gıda güvenliği gelecek yılların en büyük sorunlarından biri. İsrail küçük bir ülke olduğu için daha şanslı. Türkiye çok büyük bir alana sahip. Bu sebeple tüm bölgelerin iklim değişikliğinden nasıl etkileneceği ile ilgili detaylı analizleri yapılmalı. Burada nüfus yoğunluğu analizleri de ülkeler için oldukça önemli.
Özetle iklim değişikliğine uyumda genel ve kapsayıcı bakış olmalı. O sadece kendi gelmiyor yanında farklı fenomenler de getiriyor. Bunların hepsi birbiriyle organik bağlı.
A.Ç: Siz Türkiye’nin iklim politikası hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu anlamda atılacak en önemli adım sizce hangisi?
G.B: Türkiye’nin politikasını yorum yapacak kadar bilmiyorum. Ama Türkiye’nin de dahil olduğu bölgeye baktığımız zaman bizim en temel tehdidimizin iklim değişikliği temelli olduğunu söyleyebilirim. Bunlar dört büyük tehdit. Birincisi deniz suyu seviyesi yükselmesi. Özellikle Doğu Akdeniz bölgesinde bu oldukça hızlı gerçekleşiyor. İkincisi sıcaklıkların yükselmesi. Üçüncüsü de hava olaylarının daha sık yaşanması. Son olarak da daha az yağmurun yağmasını ekleyebiliriz.
Dediğim gibi bunlara göre uyum planlarımızı hazırlamalıyız. Bölge ülkeleri olarak ortak uyum planları da hazırlamalıyız. Bu tehdidi birlikte çalışarak aşabiliriz.
A.Ç: İklim değişikliğiyle mücadelede bölge devletlerinin hâlâ ortak bir adım atmadığını görüyoruz. Bana göre bunun ilk nedeni dış politikada yaşanan anlaşmazlıklar. Size göre ortak hareket edilememesi önündeki engeller neler?
G.B: Bana göre birçok engel var. Birincisi bölge ülkeleri arasında bu konuda yoğun ilişkilerin olmaması. İkincisi bölgemizdeki birçok ülke istikrarlı değil. Örneğin Suriye’ye bakarsak iç savaşla mücadele ediyor. Irak da aynı şekilde. Üçüncüsü konunun ciddiyeti hakkında farkındalığın az olması. İsrail hükümetinde farklı bölümlerden kişilere bu konuda eğitimler veriyoruz. Üst düzey çalışanların konu hakkında çok az bilgilerinin olmasına şaşırıyorum. Örnek olarak hükümette İsrail’in deniz seviyesi yüksekliği ile ilgili araştırma raporu yayınlayıp internette paylaşıyorlar. Bu konu Akdeniz’e kıyısı olan tüm ülkeler için önemli ve ilgi çekici. Fakat onlar bunu İbranice olarak yayınlıyor (gülüyor). Onlara diyorum ki neden İngilizce yayınlamıyorsunuz? Böylece herkes okuyabilir.
Yerel düşünmemeliyiz. Bölgesel ve uluslararası düşünmeliyiz. Belki ben diplomatım diye daha global düşünüyorum. Gelecekte bölgede daha fazla istikrarsızlık, göçler, ekonomik çöküşler ve iç savaşların yaşanmaması buna bağlı. Zamanımız azalıyor ve bence ortak mücadele dışında başka şansımız yok.
Ayşe Hanım, iklim değişikliği aslında bazı avantajlar da getiriyor. Bölgede işleri daha iyi yapmak, birlikte çalışmak, daha fazla doğa dostu ve sürdürülebilir tarım metotları kullanmak, yenilenebilir enerjiye geçiş, suyun yönetimini güçlendirmek ve bölgesel işbirliğimizi güçlendirmek için fırsatlar sağlıyor. Bilimsel, kültürel, sosyal ve ekonomik alanlarda işbirliklerimizi artırabiliriz. Birbirimizin ekonomisini de güçlendirebiliriz. Örnek olarak güneş enerjisini Türkiye’den alabilir, su ile ilgili modelleri satabiliriz. Birlikte yürümek bu konuda çok önemli.
A.Ç: Röportajı bitirmeden önce son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?
G.B: Bence İsrail ve Türkiye daha tam olarak ortaya çıkmamış çok güzel bir sinerjiye sahip. Ortadoğu’da kelimenin tam anlamıyla birlikte çalışarak bu alanda başarılı olabilirler. Özellikle yenilenebilir enerji, su ve gıda güvenliği konularında Türk ve İsrail şirketleri birlikte daha fazla çalışmalılar. Burada çok büyük bir potansiyel var.
Bir Cevap Yazın