
Siyasal Bedenin Taşıyamadığı Kafa: İstanbul
DR. ADEM YILMAZ
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Türkiye’nin siyasal kültüründe gerek temsil gücü gerekse İstanbul’un tarihsel ve küresel önemi nedeniyle yaşamsal bir konuma sahiptir.
Resmî rakamlara göre 2019 seçimlerinde 10 milyon 560 bin 963 seçmenin oy kullandığı İstanbul, Türkiye genelindeki 57 milyon seçmen sayısıyla kıyaslandığında yuvarlak hesapla, 1/5 oranında bir temsil gücüne karşılık geliyor.
2018 Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde 59,354,840 seçmenin oy kullanmış, oyların %52,6’sını alan Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı seçilmişti. İstanbul bu seçimlerde 98 milletvekili çıkararak başkent Ankara’nın (36) yaklaşık üç katı bir milletvekili sayısına ulaşmıştı.
Üç seçim bölgesine bölünen İstanbul, bu bölgelerde sırasıyla 35, 28, 35 milletvekiline sahiptir. Başka bir ifadeyle İstanbul’un bir seçim bölgesi Türkiye’nin bir büyük şehrine tekabül ediyor. Birinci ve üçüncü seçim bölgeleri Ankara’nın toplam milletvekili sayısına neredeyse denk durumda.
İstanbul, bu sayılar göz önünde bulundurulduğunda hem meclis aritmetiğinde hem de büyükşehir belediye başkanının ulaştığı temsil potansiyeli bağlamında Türk siyasi sisteminde bir krize dönüştüğünü görmek zor değil.
Mimarlık tarihçisi Doğan Kuban’ın, ulaştığı “megalopolis” boyutlarıyla İstanbul’un “ülkenin vücudunun taşıyamayacağı bir koca kafa haline” dönüştüğüne dair yorumunu da bu noktada hatırlamak gerekiyor.
Kuban, buna ek olarak, ulaştığı baş edilemez büyüklükle “başını alıp gitmesi, ülkeye yayılması gereken çağdaş davranışların, teknolojinin önünü kesiyor. Halkı ve işverenleri kendine çekip, çağdaş etkinlikleri inhisarına alıyor”. İstanbul, bu engel olma hâliyle “Türkiye’nin sömürülen bir topluma dönüşmesine neden olacak bir emme basma mekanizması”ndan ibaret kalıyor.
Aynı durum Türk siyasi sistemi için de geçerli: İstanbul, temsil gücüyle ve vaad ettiği rantla Türkiye’nin siyasal bedeninin, ağırlığından dolayı kaldıramadığı bir kafa hâline gelmiş durumda. Benzer şekilde siyasi bedenin geri kalanına kıyasla orantısız bir büyüklüğe hapsedilmiş İstanbul da bu orantısızlığın kurbanı oluyor.
İstanbul, temsil gücüyle ve vaad ettiği rantla Türkiye’nin siyasal bedeninin, ağırlığından dolayı kaldıramadığı bir kafa hâline gelmiş durumda. Benzer şekilde siyasi bedenin geri kalanına kıyasla orantısız bir büyüklüğe hapsedilmiş İstanbul da bu orantısızlığın kurbanı oluyor.
Sözün kıssası, bu orantısız siyasi ağırlık hem İstanbul’a ve onun kurumlarına hem de Türkiye’ye, onun siyasi sistemine edilmiş bir haksızlık olarak karşımıza çıkıyor.
Bu haksızlığın birbiriyle bağlantılı üç somut görünümü var:
1. İstanbul Belediye Başkanı’nın, diğer mevkidaşlarının çok ötesinde, ulaştığı temsil gücüyle salt belediye başkanı olmaktan öte bir figüre dönüşmesi.
2. İdari/yönetsel bir birimin başındaki bir ismin, belediyecilik nosyonuyla uyuşmayan bir siyasi yükle karşı karşıya kalması hem şehir açısından hem de Ankara siyaseti açısından ciddi sonuçlar yaratır, yaratıyor da.
3. Belediyenin, şehre hizmete odaklanan idari niteliğinin sıklıkla siyasetin konusu ya da baskısı altında ikinci plana atılması da bu orantısız büyüklüğün bir diğer sonucu.
Bu üç somut durum, Bedrettin Dalan’dan Ekrem İmamoğlu’na kadar farklı düzeylerde kendini açığa vurmuş, İstanbul’un siyasi ağırlığının hem kendisinin hem de ülkenin kaldırabileceği seviyeyi aşmasına yol açmıştır.
Nitekim Ankara’nın siyasi liderliği karşısına idari bir mecranın potansiyel “siyasi” varlığı siyasi istikrarsızlık öğesine kolaylıkla dönüşebilir. Konu ettiğimiz “siyasi liderlik” hem yürütme düzeyinde iktidar hem de muhalefet bağlamında düşünülmelidir. Çünkü sahip olduğu büyüklük ve ağırlıkla İstanbul Belediye Başkanlığı bir muhalefet parti liderini ya da parti genel merkezini kendi cüssesi altında “ezebilir”. Keza İstanbul, orantısız ağırlığıyla yürütmenin planlarında bir dengesizliğe, hükümetin siyasi sorumluluğu karşısında siyasi bir deformasyon kaynağına dönüşebilir.

İlk durumun örneği olarak Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminde artan popülaritesinin Refah Partisi Genel Merkezi’nde yarattığı rahatsızlık ve İmamoğlu’nun CHP ve Kılıçdaroğlu ile yaşadığı uyuşmazlıklar gösterilebilir.
İkinci durumun örneği ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özellikle son İstanbul seçimlerinde adeta kendisi adaymışçasına şehre özel bir ilgi göstermesi oluşturmaktadır. Elbette Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İstanbul’a olan özel bağlılığı da bu noktada önemli bir koşuldur. Fakat siyasi iktidarların İstanbul’u, büyüklüğü ve ağırlığı nedeniyle belirleyici bir etmen olarak görmeleri sadece Erdoğan ile sınırlanabilir bir olgu değildir. İstanbul’u alan partinin iktidara yakın olması Türk siyasi tarihinin en aşina olunan olgularından biridir.
Kuban, yazısını İstanbul’un dayanılmaz ağırlığına çözüm olarak “Anadolu’ya tekrar yerleşmemiz gerek!” önerisiyle bitiriyor. İstanbul’un Türk siyasetindeki orantısız ağırlığını da benzer şekilde şehri, Türkiye’deki diğer büyükşehirlerle denk bir düzeye getirerek hafifletmemiz gerekiyor.
Bunun yolu da kısa vadede İstanbul’u “küçültmekten”, onu seçim bölgeleri ekseninde en az üç idari birime bölmekten geçiyor.
Bu, hem İstanbul’un tarihsel varlığı ve güncel yaşamı hem de onu, Türk siyasetinde potansiyel bir kriz odağı olmaktan çıkarmak için gerekli.
Şimdi, bu gerekliliğin teorik analizine kalkışalım.
Siyaset ve Yönetim Ayrımı
İstanbul’un sağlıklı bir yönetime ve yönetme anlayışına kavuşması için onun siyasi ağırlığının minimize edilmesi gerekiyor. Bu önerme de kuşkusuz, siyaset ve yönetim ayrılığını şart koşuyor. Çünkü İstanbul’un idaresi ve ihtiyaçları ülke bağlamında sahip olduğu siyasi ağırlığı altında eziliyor.
Belediyeler, her şeyden önce idari/yönetsel birimlerdir. Kendine özgü bir yönetme alanına sahip olan belediyeler, birer “kamu tüzel kişiliği” olarak yerel ihtiyaçların karşılanmasından sorumludur. Bu yönüyle belediyeler, siyaset – yönetim ayrımında “yönetimin” öncelikli olması gereken kurumlardır.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin orantısız siyasi ağırlığından dolayı siyasetle yönetim arasında rasyonel bir denge kurulması mümkün olamıyor.
Bu ayrımın en katı yorumunu Woodrow Wilson söze dökmüştü: Wilson’a göre yönetsel konular siyasetin konusu olamaz. Yönetim ve siyaset ayrı alanlara, farklı işlevlere sahiptir. Yönetim, siyasete oranla daha teknik bir iştir. Benzer bir ayrım Frank Goodnow tarafından yapılır. Goodnow açısından siyaset, yönetime kıyasla daha temel konularda yaklaşımlar geliştirir ve “yürütme” organının niteliğine gönderme yapar. Yönetim, Goodnow’un sözlüğünde, siyasetin verdiği kararları uygulama noktasında teknik bir iştir. Bu yaklaşım yönetimi mümkün olduğunca siyasetten soyutlamaya çalışır.
Fakat bu soyutlama iki olgu arasında rasyonel bir ilişki kurulabilmesi için gereklidir de. Daha somut bir şekilde ifade edecek olursak belediyenin, “belediye” olma niteliğinin, hizmet kapasitesinin önüne geçecek bir siyasal önem ciddi bir sorundur.
Türkiye’nin siyasal ve toplumsal kültüründe yönetsel kurumları siyasetten bu denli soyutlamak olanaklı olmasa da yönetsel bir kurumun siyasi niteliğiyle ön plana çıkması “düzeylerin karmaşasını” derinleştirir. Aristoteles’den bu yana biliyoruz ki iki düzey birbirine, önü alınmaz bir şekilde karışırsa “zorbalık” doğar.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin orantısız siyasi ağırlığından dolayı siyasetle yönetim arasında rasyonel bir denge kurulması mümkün olamıyor. Bu dengesizlik kimi zaman yürütme kimi zamansa belediye başkanı kaynaklı olsa da sorun onun kimden kaynaklığı değildir. İstanbul, Türkiye ortalamasına kıyasla orantısız siyasi ve iktisadi ağırlığıyla bu dengesizliği Türk siyasetinde her daim barındıracaktır.
Kaldı ki İstanbul gibi orantısız büyüklüğe ve ağırlığa sahip şehrin belediyesinin siyaset – yönetim arasında bir öncelik krizi çıkmaması imkânsıza yakındır. Bir siyasal sistemde orantısız bir kapasiteye sahip bir kurum her zaman için potansiyel kriz odağıdır. Siyaset bilimi ve siyaset teorisi, bir siyasi sistemin daha rasyonel işlemesi hususunda öneriler getirmelidir.
İstanbul’un tarihsel ve kültürel varlığını en iyi şekilde muhafaza edebilmek ve Türk siyasal sistemini potansiyel bir kriz odağından kurtarmak için şehir, siyasal bedenin ortalamasına, diğer büyükşehirlerin düzeyine getirilmelidir.
Bu hem İstanbul için hem de Türkiye için olumlu bir adım olacaktır. Hâlihazırdaki sorunlarımızın kaynağına inmek ve soğukkanlı düşünmek, İstanbul’u siyasetin irrasyonel eğilimlerinden kurtarmak Türk kamuoyunun öncelikleri arasına girmelidir.
İşgal edilen İstanbul’dan işgalci İstanbul’a
MUSTAFA AKSOY
Son 25-30 yılda sermaye ve siyasi odakların destekleriyle bir ülkenin taşıyamayacağı şekilde genişleyen, büyüyen İstanbul, mevcut yapısı ile Türkiye Cumhuriyetinin sosyal, siyasal ve ekonomik düzenini tehdit ediyor. Yaratılan suni bir cazibe ile yoğun göç alarak İstanbul’un yüze yakın milletvekilini meclise göndermesinin de yolu açılmıştır.
İstanbul nüfusunu artırırken Anadolu kentlerini adeta sömürüyor. Tarım yapan köylüleri, taşrada zanaat yapan geniş kitleyi bünyesine katarak atıl durumda bırakıyor, onları hizmet sektörünün alt segmentine bağımlı kılıyor Kadim Doğu kültürü İstanbul’a göçe zorlanan insanların terk etmesi sebebiyle yok olmaya mahkûm ediliyor.
İstanbul’da asgari ücretle yaşamlarını idame ettirmeye çalışan Anadolu halkı ticari zincire ara eleman olmak dışında herhangi bir anlam ifade etmemeye başlıyor. İstanbul kalabalığında görünmez bir kimlik etrafında ortaklaşan milyonlar siyasi ikballerinin de yersiz ve çözümsüz olduğunu yıllardır acı şekilde tecrübe ediyor. İstanbul’da hiçbir girişimin sosyal hayatı kolaylaştıracak bir noktaya evrilmediği de görülüyor. 30 yılı aşkın bir süredir sayısız yöntemle üzerinde tepinilen trafik çilesinin iyileşmeye gittiği hiçbir dönem yaşanmadı. Öyle ki kentte trafik sorunu yüzünden işini bırakan, az da olsa İstanbul’u terk eden bir nüfusa bile şahit olundu.
Yıllardır İstanbul, Türkiye’nin siyasi geleceğini tayin eden bir kent olarak sürmanşette duruyor. Sorunlarına çözüm üretilemediği gibi yenilenerek ve keskinleşerek de bu sorunlar büyümeye devam ediyor.
İstanbul adeta Türkiye’yi siyasi ve ekonomik olarak işgal etmiş durumda. Yüzyıllarca işgale uğrayan İstanbul, artık kendini de imha edecek şekilde Türkiye’yi de işgal ediyor.
İstanbul son seçimlerde Anadolu’daki aşağı yukarı 30 vilayetten daha fazla milletvekili çıkardı. Bu vekil sayısı ile ortaya çıkan temsil gücü inanılmaz bir seviyede. Ancak ters orantılı bir şekilde temsil kabiliyeti de bir o kadar düşük. İstanbul’un TBMM’ye gönderdiği 100’e yakın vekilin sorunlara çözüm bulma kapasitesi kentin kendinden menkul bir sorunu. 20 milyona yaklaşan nüfus ve on yıllardır alt ve üst yapısı kördüğüme çevrilen İstanbul’un 600 vekille de dertlerine çare bulmak imkânsız görünüyor. İstanbul kendi başına İstanbul iken sorun üreten bir metropolden başka bir şey değil.
İstanbul, ülkenin Başkenti Ankara dâhil olmak üzere diğer kentlerin tarihi ve kültürel mirasını da gölgede bırakan bir negatif enerjiye sahip. Siyasi gücün, toplumsal enerjinin ve sermayenin dengesiz dağılmasına neden olan İstanbul, tek parça halinde dev bir hasta olarak yoğun bakımda yatıyor. Hükümetin Merkez Bankası’nı bile İstanbul’a taşıma planı, ki çok ciddi bir hatadır, İstanbul’un ülkeyi Ankara’dan yönetme iradesini zayıflatıyor. Sermaye gücünün yönlendirmeleriyle İş Bankası başta olmak üzere Ankara’yı birer birer terk eden iş dünyası, siyasi aktörlerin de şaşırtıcı şekilde ilk adresi haline gelmiş durumda. Tehlikeli bir mıknatıs gibi ülkenin tüm değerlerini de sömüren İstanbul’un çevre illerini de ihya edecek şekilde bölünmesi elzemdir.

İstanbul’a çözüm önerileri getirmek çözümsüzlüğü besleyen bir çıkmaz sokağa girmek demek. İstanbul’u mevcut haliyle tartışmak artık anlamsız. Acil olarak radikal bir çözüme gidilmeli. Daha önce de önerilen ve tartışılan bir noktadan hareketle bu kez daha yüksek sesle İstanbul’un en az 3 parçaya bölünmesi gerekiyor.
İstanbul sahip olduğu tarihsel ve kültürel zenginlikleriyle baştan yaratılmalıdır. Başkent Ankara’nın talimatlarıyla hareket alanı belirlenmeli, sermaye Anadolu’ya dengeli şekilde dağıtılmalı ve Anadolu’nun mirası da bu şekilde harekete geçirilmelidir.
Önce üçe sonra dörde bölünmeli
Üçe bölünecek İstanbul’un gelişmesi doğal olan ancak yapay şekilde İstanbul tarafından engellenen Trakya, Gebze ve Çorlu üç yeni bölge olarak ortaya çıkarılmalı. Gebze ve Çorlu il yapılarak İstanbul’un bu kentlere yakın ilçeleri onlara bağlanmalıdır. Bu sayede milletvekili sayıları da daha dengeli olarak dağılacak ve bir kentin temsilcilerinin meclisin beşte birini oluşturması gibi bir anormallik önlenebilecektir.
İstanbul’un en az üçe bölünmesiyle devasa bir bütçeye ve rant imkânına tek bir Belediye Başkanı erişemeyecektir. Güç bölünmesi belediye başkanlarının siyasi hedeflerini gözden geçirmelerini, olası bir güç zehirlenmesine kapılmamalarını sağlayacaktır. Mevcut başkan Ekrem İmamoğlu’nun da belki kendisinin bile arzu etmediği bir siyasi kaosun içine itilmemesinin tek yolu Türkiye Cumhuriyeti’nin de taşıyamadığı İstanbul yükünün paylaşılmasıdır. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı TBMM’deki neredeyse tüm milletvekillerinden hatta Bakanlardan bile daha büyük bir güç, daha ağır bir sorumluluk demektir. Bunu ister iktidar partisinden seçilmiş olsun ister muhalefetten olsun kimsenin kaldırması mümkün değildir. Recep Tayyip Erdoğan’dan bugüne dek seçilmiş tüm başkanlar Türkiye siyasi tarihinin en çok konuşulan isimleri haline gelmişlerdir. Bir kentin belediye başkanı olmak ülkenin yıllarca konuşulacak aktörüne evrilmesi oldukça anlamsız.
İstanbul bölünerek cazibe merkezi haline gelecektir
İstanbul 100’e yakın milletvekiliyle, devasa belediye bütçesi ve rant alanıyla çevre illerin gölgede kalmasına neden oluyor. Çorlu, Gebze, Yalova ve dahası Trakya’nın tamamı bu gölgenin altında adeta güneş görmeyen kentler olarak beliriyor. Hem sanayii hem ticari hem de kültürel anlamda kimliğini yitirmeye başlayan çevre iller İstanbul’un cazibesiyle matlaşıyor.
İstanbul ekonomik çekiciliği ile sermaye gruplarının tek merkezde toplandığı bir metropol haline gelirken, Ankara’daki temsil gücüyle de siyasi alanın yüzde 20’sinden fazlasına hükmediyor. Milletvekili sayısı İstanbul’u yatırım yapılması gereken bir merkez haline getirirken, çevre illerden İstanbul’a doğal bir göç gerekçesine de dönüşüyor. İstanbul’un bu çekim gücü sınırsız mıknatıslanma seviyesi çevre illeri zayıf düşürüp kifayetsiz bir konuma da itiyor.
İstanbul Türkiye’den, Belediye Başkanı İstanbul’dan büyük
İstanbul’un potansiyeli Anadolu’ya kıyasla gittikçe artıyorve adaletsiz şekilde de büyüyor. Siyasi ve ekonomik gücü göz önüne alındığında ‘İstanbul’u kazananın Türkiye’yi kazanacağı’ bir yoruma götürdüğü defalarca dile getirildi. Bunun Türkiye’nin geniş coğrafyası ve kadim kentleri için bir haksızlık olduğu görülmeli. İstanbul’a yıllardır mevcut iktidar tarafından yüklenen bu misyon yerel seçimleri kaybettikleri 2019’da kendi ayaklarına sıkılmış kurşuna dönüştü. İstanbul neden Türkiye için bir ikbal ve istiklal meselesi olsun? Tarihi ve kültürel zenginliği ile dünyayı kıskandıracak bir şehrin bu yönleriyle öne çıkarılması gerekir. Bu zenginliklerin altyapı veya trafiğinde boğulmuş bir yönetim tarafından idare edilememesi sonucu giderek değerini yitirip anlamsızlaşması kaçınılmaz oluyor. Bu nedenle İstanbul tarihi, tabiatı, kültürü ile farklı bölgelere ayrılarak yönetilmeli. Cazibesi kendinden menkul kentin güvenliği ve güzelliği ancak bu şekilde baştan yaratılabilir.
Yıllardır İstanbul, Türkiye’nin siyasi geleceğini tayin eden bir kent olarak sürmanşette duruyor. Sorunlarına çözüm üretilemediği gibi yenilenerek ve keskinleşerek de bu sorunlar büyümeye devam ediyor. İstanbul adeta Türkiye’yi siyasi ve ekonomik olarak işgal etmiş durumda. Yüzyıllarca işgale uğrayan İstanbul, artık kendini de imha edecek şekilde Türkiye’yi de işgal ediyor.
Bir Cevap Yazın