
(Türkiye’nin Geleceği “Vatanseverlik”te Saklı – III)
Bu yazı dizisinin temelini oluşturan husus, ele aldığımız iki araştırma sonuçlarının ortaya koyduğu, kendilerini her türlü siyasal yükten arınmış bir şekilde “yurtsever/vatansever” olarak tanımlayan çoğunluğun, kamuoyunca duyulmayan sesidir.
Siyasal alanın bu sesin taleplerinden ziyade “onlar adına” konuştuğunu ileri sürenlerce tasarlanması karşısında yurtseverlik/vatanseverlik, “yaşam iradesi” vurgusuyla yeni bir siyasallığın tesisi adına önemli imkânlar barındırıyor.
Nitekim siyasal yüklerden arınmış bir yaşam iradesi olarak yurtseverlik, “Kim kime hükmediyor?” sorusunda mevzilenmiş siyasal tasarımların ötesinde bir “ortak yaşam” potansiyeline sahip.
Dizinin bu bölümünde bu imkânlardan en önemlisine “anayasa” ve anayasaya bakışımıza değinmeye çalışıyorum.
Anayasadan Beklentilerimiz
Devam ederken, Türkiye’de “kimlikler” ekseninde yürüyen siyasal tartışmaların “anayasa” kavramına, onun taşıyabileceğinden fazla bir yük bindirme tehlikesini göz önünde bulundurmayı öneriyorum.
Anayasadan beklentimizin, bir “Anayasa” oluşturmayı neredeyse imkânsız kılacak kesinlik ve keskinlikte seyredip seyretmediği üzerinde bir durup düşünmemiz gerekiyor.
Anayasalar, politik kimliklerin kendilerini “haklılaştırdığı” metinler olmak zorunda değildir; aksine, olası “haklılık” mücadelelerinin zemini de olabilir.
Kaba bir tabirle, “kimlikler savaşına” dönmüş bir siyasal düzeni var edecek ya da onaylayacak anayasa, bu kimliklerden birinin “haklılık” metnine dönüştüğünde elimizde sürekli “yamaya” ihtiyaç duyan bir zemin kalacaktır.
Nitekim siyasallaşmış kimlikler, çoğunluğun “siyasal yükten” arınmış talebini kendi davalarına tercüme ederek anayasayı da bu minvalde ele alıyor.
Kimliklerin “haklılıklarını” elde ettiği bir anayasa metniyle, tüm “haklılık” mücadelelerinin zemini olan anayasa arasındaki farkı şöyle izah edelim:
İlki kimliksel, yani “öteki tahayyülü” üzerinden kurgulanan siyasal taleplerin anayasada yer almasının “zorunlu” olduğunu tanımlar. Dolayısıyla da anayasal zemini daimî bir sarsıntıya maruz bırakarak talepleri “olduğundan daha yıkıcı” bir noktaya sürükler. Konuşulabilir olanı konuşulamaz kılma potansiyeline sahiptir.
Bu potansiyel, gündelik ilişkilerden kültüre değin her olguyu “siyasallaştırarak” farklılıkları, birbirleri için “tehdit” olacak şekilde kurgular.
Bir zemin olarak anayasa ise öncelikle, Jan-Werner Müller’in ifade ettiği gibi “uyuşmama konusunda uyuşma yollarını” tarif ederek “ortak bir dil sunar ya da ortak bir normatif çerçevede yer alan bir siyasi sorunsallaştırma veya mücadele tarzı sağlar”.
Anayasayı “kavganın” nesnesi olmaktan çıkarıp “uyuşmama” tarzlarını ortaya koyan bir zemin hâline getirir.
Şu unutulmamalıdır ki sorunlar, “zeminsiz” bir düzlemde ya yıkıcı ya da olduklarından daha yıpratıcı hâle gelirler. Siyasal ve toplumsal hafızamızda yer eden kimi sorunların, kimilerince “çözümsüzlüğü” bir zemin hâline getirilen niteliği de bu zeminsizlikte saklıdır.
Oysa Machiavelli’den bu yana şunu biliyoruz:
İhtilafları (ya da olası ihtilafları) toplumsal ve siyasal istikrara katkıda bulunabilecek bir noktaya ancak onların “nasıl” sorunsallaştırabileceğini ortaya koyan, siyasal mücadele pratiklerini formüle eden bir zeminle getirebiliriz.
“Zemin Anayasa” ve Siyasal Kimlikler
Kimlikler, siyasallaşmaları ölçüsünde “olmazsa olmaz” talepler üzerinden kendilerini güvence altına alma eğilimine sahiptir.
Bireyi de bu “olmazsa olmazlar” üzerinden tanımlar.
Daha da önemlisi Hannah Arendt’in vurguladığı gibi bireyin “kendi kendisiyle olan diyaloğunu” imkânsız kılabilir ya da bu diyaloğu kendi süzgecine mecbur kılar. Hatta Arendt’e göre, “modern kimlik krizimiz” ancak bu “kendi kendine diyaloğa” dair bilincin tümüyle yitirilmesiyle çözülebilir.
Arendt’in bu saptaması, kimlikleri kendi odağına yerleştiren, siyasal alan için oldukça yabancıdır, tahammül edilemezdir.
“Kimlikler savaşına” dönüşmüş bir siyaset alanı açısından birey, üstlendiği kimlik dışında “siyasal” olarak var olamaz; onun “siyasallığı”, kimlik içinde erimesiyle olanaklıdır.
Birey, bu “erime” seansında insanî varlığıyla değil, siyasal bir göstergeye dönüşmesiyle “anlamlı”dır.
“Kimlikler savaşına” dönüşmüş bir siyasetin göz ardı ettiği en önemli husus da bireyi, salt siyasal göstergeden ibaret kıldığında yitirilen şeydir: Bireyin insan ve yurttaş olarak varlığı.
Rousseau’ya atıfla bu noktada şunu vurgulayabiliriz: Siyasallaşmış kimliğin kimlikle karşılaşması insanın insanla, yurttaşın yurttaşla karşılaştığı bir zemin sunmaz.
Kimlikler, insan ve yurttaş bireyleri birbirlerine “rastgele” karşıtlıklar içinde ele alır; tahayyülünü bu karşıtlıklar üzerinden oluşturur.
Böylelikle de insan ve yurttaş olarak konuşulabilir olanlar siyasallaşmış kimlikler düzeyinde dile getirilemez olur.
%77 oranında gerçekleşen bir “yurtseverlik/vatanseverlik” tanımı ve bu tanımda açığa çıkan “Bu ülkede yaşamak istiyorum!” iradesi siyasallaşmış kimliklerin “dile getirilemez” kılan kalıplarına yönelik bir tepkidir.
Dolayısıyla da her şeyden önce, hiçbir teorik ya da siyasal arka plana ihtiyaç duymayan ve kendiliğinden gelişen “insan ve yurttaş” birey olma talebidir de.
Müller’in “anayasal kültürün sembolik içeriği” olarak adlandırdığı şey, Türkiye bağlamında kendiliğinden gelişen ve siyasallaşmış kimlikleri ikincil plana iten bu taleptir.
Anayasal Kültür
Ernesto Laclau’nun ifade ettiği gibi “hiçbir büyük tarihsel değişim anı yoktur ki, içindeki müdahil kuvvetlerin kimlikleri istisnasız bir şekilde dönüşüme uğramamış olsun”.
Bireyleri, salt siyasallaşmış kimliklerin göstergelerine indirgeyen ve bu boyutuyla onları içeren bir anayasadan, insan ve yurttaş bireyin damgasını vurduğu, “siyasal sorunları sorunsallaştırma tarzları” sunan anayasa anlayışına geçiş de tam olarak böylesi bir dönüşüme işaret ediyor.
Ortak normatif bir çerçeveyi, insan ve yurttaş olmanın aslî niteliğinden alıyor.
Buradaki ortaklığın farklı kimliklerin içerilmesinden ziyade “siyaset yapma biçiminin güvencesine dönüşme” anlamında bir ortaklık olduğunu da vurgulayalım. Yani paylaştığımız, konuştuğumuz, argümanlarımızı birbirimize sunduğumuz bir zeminin ortaklığına dair bilinç.
Müller bu bilinci “yurttaşların yetkilendirilmesi” (civic empowerment) olarak tanımlıyor. Anayasal zeminin, karşılıklı diyaloğumuzu ve birlikte yaşamı olanaklı kıldığına dair ahlâki bir yükümlülük olarak bu yetkilendirme, her yurttaşı sorumlu kılıyor.
Araştırmaların ortaya koyduğu yurtsever talep, “Bu topraklarda yaşamak istiyorum!” talebi bu yetkilendirmenin en bariz ve kendiliğinden örneği olarak ele alınabilir.
Mücadele etme tarzlarını bu topraklarda yaşama iradesiyle bir araya getiren bir anayasa, siyasal ve toplumsal sorunlarımızı ele alma biçimlerimizi ortaya koyacaktır.
Bu somutlaştırma ise bir anayasal kültürün teşkilini ifade ediyor. Toplumsal bir arada yaşama pratiğini, kendiliğinden gelişen kültürü “siyasallaştırmadan”, onu “kimlikler savaşının” odağı hâline getirmeden siyasetin ve hukukun zemini kılıyor.
Müller “kültür” yerine “kimlik” kelimesinden önemle kaçınır. Nitekim “‘kimliğe’ karşılık ‘kültür’ terimi aynı zamanda türdeş ve zorunlu olarak ahenkli olan bir şeyden bahsetmediğimizi vurgular”.
Anayasal kültürün, özgüllükleri ön plana çıkartıp onlara belirleyici bir nitelik kazandırma gibi bir işlevi yoktur.
Anayasal kültür, bu işlevin aksine, Laclau’nun işaret ettiği dönüşme alan sağlayan, hatta bizatihi bu dönüşümün kendisi olan bir uzlaşı uğrağıdır.
Kimliğin mutlak farklılık odaklı bakışından kültürün, müzakereyi “siyasal kamplaşmadan” kurtaran olağanlığına bu geçiş anayasal kültürle olanaklıdır.
Anayasal Kültür, Kimlik ve Siyasallık Bağlamında Bazı Tezler
Anayasal kültür, bireyi “insan ve yurttaş” olarak muhatap alır. Olası “kimlik” sorunlarını ikincilleştirerek onların “yaşama iradesinin” önüne geçmesini pozitif yönde engeller.
Anayasal yurtseverlik, anayasayı sevmekten ziyade yurdunu sevmek ve her şeyden önce, “Bu ülkede yaşamak istiyorum!”da somutlaşan yaşam iradesine sahip çıkan bir siyasal düzen demektir.
Araştırmaların ortaya koyduğu “yaşama iradesi”, politik ve entelektüel düzeyde bir amentüye dönüştürülmüş siyasallık ve kimlik gibi olguların somut düzeyde sanıldığı kadar “yaşamsal” olmadığını ortaya koyuyor.
Anayasal kültürü baz alan bir anayasa, salt “yaşam iradesinin” değil, siyasallaşmış kimlikler için de kendilerini ifade etmenin güvencesine dönüşmektedir. Bir zemin olarak anayasa, kimlikleri “karşılıklı tehdit” olmaktan çıkararak sorunların “yakıcılığını” her kesim açısından makul bir dereceye düşürecektir.
Son olarak şu hususu da vurgulamak gerekiyor: Başkalarının siyasal konumlarını sorgularken kendi konumlarımızı “sorgulamadan” azade kılmak çözümsüzlükleri besleyen en önemli olgu.
Birlikte yaşama iradesini, bu çözümsüzlüklerden kurtarmak için öncelikle insan ve yurttaş birey olmanın anlamını hatırlamaya, yeniden düşünmeye ihtiyacımız var.
Kimlikler savaşına dönüşmüş bir siyasetin bize unutturduğu en yaşamsal olguyu, üzerine atılmış topraklardan temizlememiz gerekiyor.
Nitekim bireyi, insan ve yurttaşlığından önce siyasal bir göstergeye sabitleyen kimlik anlayışı her durumda hezimete mahkûmdur.
Bir Cevap Yazın