
Millet olarak oldukça zor bir dönemeçten geçiyoruz. Pazartesi sendromu kavramı, belki de ilk kez bu kadar anlamlı oldu. 6 Şubat Pazartesi günü Kahramanmaraş Pazarcık merkezli deprem, hafızalarımızdan uzun süre silinmeyecek bir tablo ile karşı karşıya bıraktı bizi. Henüz 7.7 şiddetindeki depremin şokunu atlatamamışken, aynı gün saat 13.24’te bu kez Elbistan’da 7.6 şiddetinde ikinci bir deprem oldu. Yaşananlar, asrın felaketi olarak nitelendiriliyor. Çünkü, son yüzyılda böylesi bir olayın benzeri yaşanmadı.
Dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi, Cumhuriyet tarihinde Türkiye’de de pek çok yıkıcı deprem meydana geldi. 1939 Erzincan depremi 7.9 büyüklüğündeydi ve tam 52 saniye sürdü. Yaklaşık 33 bin kişinin hayatını kaybettiği “Büyük Erzincan Depremi”nde 100 bin kişi de yaralandı. Kuzey Anadolu fayının kırılmasıyla, o tarihten itibaren belirli aralıklarla Tokat Erbaa’da, Samsun Ladik’te ve Bolu Gerede’de 7 şiddetinin üzerinde depremler gerçekleşti.
24 Kasım 1976’daki Muradiye depremi de 7.5 şiddetindeydi. Enkaz altında kalanların büyük çoğunluğu -17 dereceye kadar düşen soğuk hava nedeniyle hayatını kaybetmişti. 1999’da 17 Ağustos Gölcük, 12 Kasım Düzce depremleri de yıkımla sonuçlandı. 2011 Van ve 2020 Elazığ depremleri de acı tecrübelerimize eklenen son olaylardı.
Bu satırlara sığdıramadığımız başka depremler de var tabii ki. Dolayısıyla uzmanların da ifade ettiği gibi, neslimizi bu topraklarda sürdürmeye niyetliysek deprem gerçeği ile birlikte yaşamayı öğrenmeli ve şehirlerimizi bu hakikati referans alarak imar ve inşa etmeliyiz.
Devletten Müteahhite Mimardan Halka
Sorumluluk yalnızca devletin değil. Yerel yönetimlerden mühendislere, mimarlardan müteahhitlere, binaları emlakçılardan denetim yaptırmadan satın alan vatandaşlara, kendisine kentsel dönüşüm teklif edildiği halde kabul etmeyen ev sahiplerine kadar herkesin suçu var. Ancak daha enkaz kaldırılmamış, kimi cenazelere ulaşılamamışken elimize kılıcı alıp suçlu aramak pek de ahlaki durmuyor. Depremin ortaya çıkardığı sonuçları bertaraf edebilmek ve ilerleyen dönemde deprem gerçeğiyle yeniden yüzleştiğimizde aynı problemleri çözüm üretmeksizin tekrar tekrar konuşmamak için enkaz kaldırıldıktan sonra neler yapılması gerektiğini suhuletle konuşmalı ve taşın altına elimizi sokmalıyız.
Sosyal Medya Yalanları Nelere Mal Oldu?
Türkiye’de muhalifseniz, siyaset yapmak çok kolay. Hiçbir sorumluluk almadan, hiçbir proje ve yol haritası ortaya koymadan oturduğunuz yerden atılan her adımı eleştirebilirsiniz. Bir de sosyal medya marifetiyle, kriz anlarında yalan yanlış bilgileri dolaşıma koyan bir kitleniz varsa neredeyse size düşen bir şey kalmıyor artık. Maraş’ta peş peşe yaşanan, tesirinin 11 ilde hissedildiği ve 13 milyon insanın hayatını direkt etkileyen deprem süreci, bu iddiamın en önemli kanıtı olsa gerek.
Yolların ve havalimanlarının kullanılamaz hale geldiği, arama kurtarma ekiplerinin de enkaz altında kaldığı, Güneydoğu ve Akdeniz bölgelerinin kesişme noktasını yerle bir eden depremin ilk günlerinde yaşanan koordinasyon sıkıntılarının anlaşılabilir tarafları var. Yalnızca bir il bile olsa sevk ve idarenin anında gerçekleşmesinin çok da mümkün olmadığı atmosferde, 11 ilde yüzbinlerce binanın sabahın erken saatlerinde yıkıldığını bir düşünün. Fakat bunu bile bile, doğudan batıya bütün bir millet yardım için seferber olmuşken birileri sosyal medya mecraları üzerinden yaptığı yanlış yönlendirmelerle, oluşturduğu bilgi kirliliği ve manipülasyonlarla zaten zor olan arama-kurtarma çalışmalarını sabote etti.
Antakya’da barajın patladığı iddiası nedeniyle binlerce insan şehri terk etmeye kalkınca çalışmalar tam üç buçuk saat durdu. Kendini fenomen olarak tanımlayan bir kişi, enkaz altından bin bir güçlükle çıkardığı cenazenin Afganistanlı bir kişi tarafından kolunun kesildiği ve bileziklerinin alındığı yalanını ortaya attı. Göz altına alındığında “olayı görmedim, öyle olduğunu duydum.” dedi! Bir siyasi partinin genel başkanı enkazdan önce iktidar partisi “yandaşları”nın çıkarıldığını, başka bir siyasi partinin genel başkanı ise enkaz kaldırma çalışmalarında torpil yapıldığını ileri sürdü. Hiçbir teyit almadan ve seslerini yükselte yükselte üstelik. Çadırların önünde çektiği videoda çadırın olmadığını; depremzedelere yiyecek ikram edildiği anda hâlâ yiyecek bir şeyler bulunmadığını; arama kurtarma çalışmalarında bir yere gelinmişken başka birilerinin kameralarla gelerek çalışmayı yapan ekibi oradan uzaklaştırıp kendileri kurtarmış gibi görüntü verdiğini sosyal mecralarda ve Türkiye’nin en büyük haber kanallarının ekranlarında dillendirenler, bu yalanların nasıl bir infiale ve zarara sebep olacağını bir an bile düşünmediler.
Yalan Rüzgarı Fitne Ateşini Körüklemeden
1973’te Amerika’da yayınlanmaya başlayan, zengin ailelerin entrika ve hırs dolu hayatlarını anlatan Yalan Rüzgarı dizisini pek çoğumuz hatırlar. Hiç kuşku yok ki Yalan Rüzgarı yeniden çekilecek olsa sosyal medya bu dizinin en önemli enstrümanlarından biri olurdu. Sosyal medya milenyum çağı olarak nitelendirilen bu dönemin ilk çeyreğinin en büyük buluşu. Pek çok iletişim aracının tahtını sallayan sosyal medya, bir ihtiyaca binaen kullanıldığında ne kadar fonksiyonel oluyorsa, kurgusal ve kötü niyetli bilgilerin yayılmasını sağlamak amacıyla kullanıldığında en az o kadar zarar veriyor. Belki de sırf manipülasyonu ve yalanı işler hale getirmek için icat edilen sosyal medya artık deprem kadar hayatımızın gerçeği. Normal vakitlerde, Türkiye’de zaten var olan sosyolojik fayları tetiklemek üzere çalışan sosyal medya mekanizmasına hiç olmazsa kaotik dönemlerde itibar etmemek gerekiyor.
Bir Cevap Yazın