
Türkiye’de siyasetin realpolitiği kendi dar güncelliğine o kadar kapalı ki nefesini ensemizde hissettiğimiz krizler onun görüş alanına giremiyor. Su güvenliği (water security/water safety) kavramı ve potansiyel su krizi de bunlardan biri.
Başka bir deyişle, su güvenliği ile millî güvenliğin aslî olarak birbirine bağlı olduğunu göz ardı eden bir realpolitik Türk siyasetinin ana gövdesini teşkil ediyor.
Siyasetin realpolitiğinin görüş alanına bile giremeyen kavramın Hasibe Körbalta’nın açıkladığı gibi “safety” ve “security” bağlamında iki yönü var:
İlk nokta insanî koşulların sağlanabilmesi ve yoksulluğun azaltılması açısından suyu erişilebilir kılmayla alakalı.
İkinci nokta ise su ve susuzluk durumlarının yol açabileceği çatışmalar ve zararlar ile ilgili.
Total olarak her iki nokta da yeterli, güvenilir, dayanıklı miktarda ve kalitede suyun sürdürülebilir mevcudiyetini, erişimini, güvenli kullanımını güvence altına alma ile bu güvenceye dair kapasiteye işaret ediyor.
Bu kapasite, yakın vadeli çözümleri aşan bir krizle, iklim kriziyle kırılmaya uğramış durumda.
Aslında iklim krizinin son kertede bir “su krizi” olduğuna dair paradigma da gün geçtikçe ağırlığını arttırıyor.
Ayrıca Türkiye’nin de etkileşim alanında olan Orta Doğu için bu kriz siyasi istikrarın hem tek tek ülkeler bazında hem de bölgesel bağlamda tesisi için bu kapasite oldukça yaşamsal hâle geliyor.
Bölge ülkelerinden Ürdün’den gelen 23 Şubat tarihli bir analiz bu noktaya vurgu yapıyor:
“Ortadoğu’nun sürdürülebilir büyümesi ve siyasi istikrarı, büyük ölçüde ülkelerin içme suyuna sürekli erişimine bağlı”.
Fakat Türkiye’yi de kapsayan bölge ülkelerinin “iç suları kötü yönetmesi” ve çatışmalar salt ülkesel bazda kurumların tesisinin ötesinde “sınırlar üstü” bir işbirliği platformunu gerektiriyor.
Analiz bu doğrultuda bir “su diplomasisi” öneriyor. Bu girişim, mevcut krizin derinleşmemesi adına gerekli görünüyor.
“Su yönetimi ile ilgili müzakereler, su yönetimine makul, sürdürülebilir ve barışçıl çözümler geliştirirken, kıyıdaş paydaşlar arasında işbirliğini ve bunu teşvik eden veya bilgilendiren dinamik bir süreç olan su diplomasisine ihtiyaç yaratıyor”.
Öte yandan su diplomasisi salt dış politika uzmanları ya da diplomatlar düzeyine sıkıştırılmamalı, uyarısı da ona duyulan ihtiyacın akabinde geliyor:
“Su diplomasisi diplomatlar ve dış politika uzmanlarıyla sınırlandırılmamalı, öncelikle paylaşılan su kaynakları için yönetim anlaşmaları müzakere eden su uzmanlarının sorumluluğundadır”.
Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da su kıtlığına sürdürülebilir çözümler bulmanın “her zamankinden daha acil” bir düzeye eriştiğini belirten bir diğer yorum da “kamu ve özel sektör arasındaki işbirliği ve en son su verimliliği teknolojilerinin kullanılması”nın bölgenin gelecekteki güvenliği için çok önemli olduğuna dikkat çekiyor.
Bu noktaya kadar elimizde, bölgesel bağlamda iki aciliyet karşımıza çıkıyor:
1. Bölgesel düzeyde, su uzmanlarının da katılacağı bir işbirliği platformunun kaçınılmazlığı.
2. En son teknolojilerin seferber edileceği bir kamu-özel sektör işbirliğinin gerekliliği.
Peki ya Türkiye’de durum ne? Bir bakalım.
Ya Sıfır Yağış Olursa!
Türkiye’nin tamamı, Meteoroloji Genel Müdürlüğü’ne göre Ekim-Aralık 2022 döneminde kuraklıkla karşı karşıya kaldı. Ülke sanayisinin ve nüfusunun önemli bir bölümünü taşıyan Marmara Bölgesi’nde ise bu kuraklık “çok şiddetliydi”.
BBC Türkçe’de yayımlanan analizin işaret ettiği bu durum özellikle İstanbul açısından ciddi sonuçlara gebe.
Analiz açısından asıl sorun şu şekilde beliriyor: “Yağışlarda gözlenen azalma eğilimi uzun süreli etkili olmaya devam ederse ne yapılır sorusuna yönelik ise özel bir çalışmanın yokluğu”.
Her ne kadar İSKİ, İstanbul’un su kaynaklarının uzun vadede tükenmesinin mümkün olmadığını belirtse de karşımızda “belirsiz” ve güvensiz bir durum ortaya çıkması söz konusu.
BBC Türkçe’ye açıklama yapan İSKİ Genel Müdür Yrd. Bülent Solmaz’a göre İstanbul’un su temininde “önümüzdeki yıllarda bir tehlike yok”. Fakat şunu da ekliyor Solmaz:
“İstanbul’un su transferi bir döngüye dayalı. Yağmur barajlara yağıyor, kurak zamanlarda bu suyu regülasyon için kullanıyoruz, aynı zamanda da nehirleri kullanıyoruz. Altı ay boyunca sıfır yağış olursa ne yaparız diye bir hesabımız yok. Hesabımızı geçmiş yıllara, minimum yağışa göre yapıyoruz. Sıfır yağış diye bir öngörüm yok, sıfır yağış olursa sadece İstanbul’un değil, dünyanın büyük bir problemi olur”.
Vurguladığımız nokta su güvenliğinin total düzeyde en azından bu süreçte göz ardı edilen bir olgu olduğunu gösteriyor.
Öte yandan Solmaz’ın kullandığı şu ifadeler geliştirilmesi gereken bir su güvenliği perspektifi için hem umut hem de çağrı niteliğinde:
“Ayrıca su anlamında Türkiye’nin henüz devreye alınmamış birçok temiz içme su kaynağı var. 2040 ve 50’lerde bunlar devreye alınacak. Su kaynaklarımızın tamamını henüz tüketmiş değiliz ama biz bunları kullanmadığımızda denize akıyorlar, bizim amacımız denize akan yağmur sularını denize ulaşmadan tutup kullanmak”.
Bununla birlikte İstanbul’a yeterli bir su kaynağı ve bu kaynağın yönetimi hususunda “nüfus” önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.
Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş bu probleme dikkat çekiyor:
“İstanbul’u besleyen su kaynaklarına baktığımızda nüfusun hiç artmaması gerekiyor. Barajlar artık etkili yağış olması halinde bile bırakın maksimum düzeyde, optimum düzeyde bile yararlanabilecek halde değil ve yeterli korunan geniş havzalarının olmaması İstanbul’da temel bir sorun”.
Türkiye’nin İstanbul’u bir metropol yapma eğilimi onun su güvenliği hususunda uğraşması gereken bir netice olarak kendini dayatıyor.
Bu bakımdan çok da uzak olmayacak bir yakın gelecekte planlı bir nüfus aktarımı ya da tahliyesi kaçınılmaz görünüyor. Bu bir devlet politikası olarak ortaya konulmalı ve DSİ verilerine göre “su baskısı” yaşayan Türkiye’nin kendi bekası için atmaktan çekinmeyeceği bir adım olmalıdır.
Türkiye’deki bir diğer sorun da su kapasitesinin %74’ünü harcadığı tarımsal sulamanın niteliği: Modern sulamanın yapılmadığı tarımsal üretimde hâlâ %88 oranında “vahşi sulama” söz konusu. Suyun %50’sini daha baştan boşa harcayan bu yöntem su kaynaklarına da zarar veriyor.
Öneriler
“Dünya bir buçuk derece ısınırken iki derece ısınan” bir coğrafyada yer alan Türkiye’nin, realpolitik gerekçelerle bu adımı erteleme lüksü bulunmuyor.
Bu açıdan su kapasiteleri baz alınarak yeni bir kent ve nüfus politikasını orta vadede gündeme almak kaçınılmaz görünüyor. Bu politikanın başlangıç noktası ise İstanbul’un kademeli tahliyesi gibi görünüyor.
Aynı şekilde tarımsal üretimde “damla ve mikro sulama” yöntemine geçilmesi gerekiyor. Bu da hem teknolojik yatırım ve daha da ötesi bir anlayış devrimine işaret ediyor.
Su yönetimi uzmanlarının bu süreçte etkin bir şekilde görev alması da aynı kaçınılmazlıkta karşımıza çıkıyor.
Bunun yanında şu noktayı da anlamak gerekiyor:
Dünya eğer barışçıl çözümlerle ilerlemek istiyorsa, en yaşamsal krizlerde politikacıların değil, teknokratların karar vereceği bir işleyişe yöneliyor, hatta buna mecbur.
İklim krizi, su krizidir ve bu kriz gelecek bir zaman diliminde değil, şu an itibariyle deneyimlediğimiz bir olgu.
İklim krizinin bir su krizi olduğunu ve bunun da bir millî güvenlik sorunu olduğunu topluma şeffaf ve güvenilir bir şekilde anlatmak gerekiyor. Çünkü su güvenliği her türlü siyasal konudan önce gelen bir varoluş meselesi.
Türkiye’de siyaset bu mesele etrafında kendini yapılandırmalı ve sosyolojisini de bu minvalde örgütlemelidir.
Bir Cevap Yazın