Neo-Kemalist Türkiye: Dış Politikada Yeni Yön “Eski Batı” Olabilir mi?

Okuyacağınız bu analizde Türkiye açısından dış politikada, 14 Mayıs seçimlerinin sonucundan azade bir konjonktüre işaret ediyoruz. Seçim sonucu AK Parti iktidarının devamına olanak tanısa da 21 yıllık iktidarı sonlandırsa da Türkiye’nin, ikinci yüzyılın başında dış politikada Kemalist Türkiye’yi hatırlatan hamleler yapabilir.

Bu noktada öncelikle Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Çin ziyareti sırasında ortaya koyduğu söylem üzerinden bir çerçeve çizeceğiz. Ardından Türkiye özelinde doğusunda İsrail, batısında İngiltere, Fransa odaklı bir “yeni düzenin” imkânlarını tartışacağız.

MACRON’UN SÖYLEMİNİ “DE GAULLE MİRASI”NA HAPSETME HATASINA DÜŞMEMELİ

Fransa Cumhurbaşkanı’nın Çin ziyareti sonrası yaptığı açıklamalar Türkiye-ABD ekseninde dinmek bilmeyen soğuklukla birlikte düşünüldüğünde dış politikada yeni manevra alanlarını olanaklı kılabilir.

Nitekim Emmanuel Macron’un açıklamaları, Türkiye’nin ABD ekseninden görece özerk biçimde izlediği dış politikayla paralel nitelikler taşıyor.

Macron, Fransa’nın öncülüğünde olmasını dilediği bir üçüncü süper güç olarak Avrupa’yı tahayyül ediyor ve bu Avrupa, ABD’den stratejik özerkliğini tesis etmiş bir potansiyeli işaret ediyor.

Fransız Cumhurbaşkanı bu potansiyelin gerekliliğini Avrupa’nın kendisine ait olmayan krizlere kapılması ve bu kapılmanın onun stratejik özerkliğini tesis edişini engellemesi üzerine temellendiriyor.

Bu temellendirme Ukrayna’daki savaşın, bir yıldan sonra aslında “Kimin savaşı?” olduğu sorusuyla birlikte konu edilmesine yol açıyor.

Zaten “Avrupalılar, Ukrayna’daki krizi çözemez. Bu durumda nasıl olurda Tayvan’da bir misyon üstlenebilir ya da bu yönde beyanat verebilir” mealindeki açıklaması da savaşın pek de “kendilerinin savaşı” olmadığını gösteriyor.

Macron’un söylemlerinden bu doğrultuda çıkan sonuç Avrupa’nın, kendisinin yol açmadığı krizleri çözme kapasitesinin yokluğunun yanı sıra bu durumun bizzat ABD’nin takipçisi olmanın sonucu olduğu.

Bu sonuç Slavoj Zizek’in bir saptamasını hatırlatıyor:

ABD’nin başını çektiği bir Batı bloğu algısından, artık söylemsel olarak eskimeye uğramış küreselleşmeden en çok rahatsız olanlar “ufak devletler” değil Almanya ve Fransa gibi “eski dünya güçleridir”.

Öte yandan Macron’un Çin ziyaretindeki bu söylemini salt Charles de Gaulle’ün mirasının bir örneği olarak okumak realpolitik bir zafiyeti getirebilir.

Keza de Gaulle, iki kutuplu bir dünyaya yönelik stratejik bir itirazdı.

Bugün Dünya, Rusya’nın zayıflatılmasına ve Çin’in güçlenmesini engellenmeye odaklanırken kendi iç çelişkileriyle de boğuşan bir ABD’ye tabi olmamak için çok sebebe sahip.

ABD’nin kendi iç çelişkilerini çözme potansiyeline bağlı olarak bu sebepleri eyleme dökebilme kapasitesine kavuşacak da.

Nitekim ABD’nin Soğuk Savaş boyunca Batı bloğuna liderlik edebilme kapasitesini arttıran husus, onun kendi iç çelişkilerini çözebilme kapasitesiydi. Macron’un Çin ziyaretindeki söylemlerini mümkün kılan konjonktürü yaratanda ABD’nin bu kapasitesindeki göreli azalmadır.

Bu azalma yüzünden ABD Başkanı Biden’ın “demokrasiler – otoriter rejimler” ayrımı küresel düzeni yönlendirici bir konuma erişemiyor. Bunun en önemli kanıtı Macron’un sözlerinde açığa çıkan, Ukrayna’daki krizin Avrupa tarafından sahiplenilme isteğindeki eksikliktir.

“Eski dünya güçleri” ve bölgesel güçler de bu konumun yokluğunda kendilerine alternatif güzergâh arayışında olabiliyor.

Tabii alternatif güzergâh sadece yeni ittifaklar demek değil. Aynı zamanda bu, özerk bir savunma sanayii anlamına da geliyor. Fransa Cumhurbaşkanı Avrupa’nın kendi savunma sanayisini güçlendirmeye odaklanmalı derken bu güzergâhın diğer boyutuna dikkat çekiyor.

Fakat bu noktada Avrupa’ya kimin öncülük edeceği konusunda da kapışan Almanya – Fransa çatlağını da göz önünde bulundurmak gerek.

Daha önce değindiğimiz gibi Almanya, AB’nin stratejik özerkliğini ABD ve NATO’nun arka planda yer aldığı bir zeminde kurgularken Fransa, asıl öznenin Avrupa’nın olduğu, Macron’un deyimiyle “üçüncü bir süper güce” dönüştüğü bir stratejik özerkliği hedeflemektedir.

Türkiye’nin önümüzdeki süreçte bu hedefin hangi noktasında hareket edeceğini ise hem ABD ile olan ilişkilerin seyri hem de Avrupa’nın “süper güç olma” hedefini ele alma tarzı belirleyecek.

DIŞ POLİTİKADA NEO-KEMALİST BİR AK PARTİ YA DA NEO-KEMALİZM’E MECBUR KALMIŞ KILIÇDAROĞLU

Türkiye son yıllarda takip ettiği dış politikayla salt eksen ülke olmakla yetinmeyecek doğrultuda hareket ediyor. Yakın vadede gerek modernize edilmiş F-16’ların alımı gerek Biden yönetiminin Türkiye’ye yönelik tutumu gerek de AK Parti’nin liberalleşme gibi önde gelen bir gündemi olmaması nedeniyle ABD ile olan ilişkilerin “normalleşmeyeceği” aşikâr.

14 Mayıs seçimlerinde olası bir Erdoğan zaferi bu duruma yönelik senaryolar üretilmesini zorunlu kılıyor.

Bu bağlamda Türkiye açısından “Neo-Kemalist” bir dış politikanın imkânları üzerine düşünülmeli. Hatta iktidar olmuş bir Millet İttifakı bile böylesi bir stratejiden konjonktür gereği kaçamayabilir.

ABD’nin kendi kapasite sorununun yanı sıra Türkiye – Yunanistan dengesini Yunanistan lehine bozması bu konjonktürün en sorunlu noktası.

Neticede Türkiye ile ABD arasındaki soğukluk s-400’lerden beri kemikleşmeyi sürdürürken “lider diplomasisini” terk eden kurumsallık, NATO’yla eşgüdüm gibi vaatlerle çözülme derecesini aşmış durumda.

Başka bir ifadeyle “Türkiye’de olası bir iktidar değişimi, doğrudan dış politik konjonktüre etki edecek” varsayımıyla hareket etmek yakın vadede “savrulmuş” bir ülke imajını devam ettirebilir. Keza çok parçalı bir yapıya sahip Millet İttifakı’nın bu noktada karar alma kapasitesi de soru işareti. İttifakın ortak mutabakat metnini referans alırsak bu bakımdan, “ABD ile karşılıklı güvene dayalı bir ilişki tesis etmek” hem konjonktür gereği hem de Türkiye-ABD ilişkileri özelinde sanıldığı kadar kolay bir iş olmayacak.

Neo-Kemalist dış politikanın hatıratını başta 1939 Türk-İngiliz-Fransız İttifakı olmak üzere üç anlaşma oluşturmakta.

19 Ekim 1939’da Ankara’da Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında imzalanan Yardımlaşma Anlaşması (Traited’Assistance Mutuelle) Cumhuriyet Türkiye’sinin Batılı Devletlerle yaptığı ilk ittifaktır.

Anlaşma, ittifak üyesi ülkelerin savunma ihtiyaçlarını karşılıklı olarak sağlama güvencesine dayanıyor ve dönemin konjonktüründe İtalya ve Almanya’nın yarattığı potansiyel tehlikeye karşı bölgesel güvenliği sağlamayı amaçlıyordu.

Türkiye bu anlaşmanın beş yıl öncesinde Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya ile Balkan Antantı’nı imzalamış, Temmuz 1937’de de İran, Irak ve Afganistan ile Sadabat Paktı’na onay vermişti.

Her bir anlaşma son kertede oluşan yeni konjonktüre uyum sağlama, ona yanıt verme kaygısının ürünleriydi.

Bugün hem Türkiye’nin ABD ile olan ilişkileri hem de ABD’nin kendi iç çelişkileri gereği küresel bir norm ortaya kapasitesinin azalması karşısında benzer bir konjonktürle karşı karşıyayız. Avrupa’da hem entelektüel hem de politik düzeyde tartışılan ABD’den stratejik özerklik nosyonu da bu konjonktürü destekliyor.

Bu bakımdan Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerinde normalleşmeye yönelmesi önemli bir uğrak.

Öte yandan Türkiye, ABD tarafından önüne çıkarılan tedarik engelleri nedeniyle İngiltere ile “devasa bir silah anlaşmasının” yollarını da ararken bir bakıma Neo-Kemalist dış politikaya yönelmiş durumda.

Bunun yanında, tıpkı Macron’un “savunma sanayini güçlendirme” vurgusunda olduğu gibi Türkiye’de son yıllarda savunma sanayinde göz ardı edilemez bir atılıma kalkışmış durumda. Bu bakımdan kendi stratejik özerkliğini tesis etme adına hem içeride hem de dışarıda Türkiye, gerekli koşulları bulmuş ya da bu koşulları gerekli kılma noktasına geldi, diyebiliriz.

“Eski Batı’yı” hatırlamak bu yönüyle yaşamsal.

ANLAŞMALAR VAROLUŞ NEDENLERİNİ YİTİREBİLİRLER

Türk-İngiliz-Fransız İttifakı 15 yıl süreyle imzalanmış, İkinci Dünya Savaşı sonunda da anlaşmanın hiçbir üyesi ittifaktan geri adım attığını belirtmemişti.

1947’deki Truman Doktrini ile ABD, Türkiye’nin aslî müttefiki olmaya başlayınca anlaşmadan söz edecek konjonktür de ortadan kalkmış gibiydi.

Anlaşmaların varlık nedenlerinin ortadan kaldırılması bu bakımdan resmî bir açıklamaya gerek duymayabilir, yeni bir anlaşma onun yerini alabilir.

Bu bakımdan yaklaşan seçimlerle birlikte bu durumu göz önünde tutmanın Türkiye açısından yaşamsal önemine dikkat çekmek gerekiyor.

Dr. Adem Yılmaz hakkında 56 makale
Yüksek Lisans ve Doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi programında tamamlamıştır. Çalışma alanlarını Siyasal Kuram, Siyaset Sosyolojisi, Felsefe ve Türk Siyasal Hayatı oluşturmaktadır.

İlk yorum yapan olun

Bir Cevap Yazın