Özgür Günlere Özlemle: Bilmediğimiz İran

Fotoğraf 15 - Khaju Köprüsü'nde Şarkı Söyleyen Bir Adam

İlber Ortaylı “Bir ömür nasıl yaşanır?”da şöyle der: “Türkiye’den  çıkınca ilk görülmesi gereken yer İran’dır.  Bunun nedeni de basittir. İran’ı anlamadan Türkiye’yi anlayamazsınız.” Biz değil Türkiye’yi kendimizi dahi anlayamadığımız bu çağda, bize kapıdan gösterdiklerini değil en çok da kapının ardını görmek istediğimiz için bir Temmuz sıcağında İstanbul’dan İran’a vardık.  Ayşe Gül ile İran’a gitmeden evvel elimizden geldiğince araştırma yapmaya çalışmıştık. İlk öğrendiğimiz şeylerden biri otelde rezervasyon yapmanın, Amerikan ambargosu nedeniyle kredi kartları ve banka kartları olmadığı için çok zor olduğuydu.

Bize İran’da kalmanın en kolay ve hatta en güzel yolunun İranlı birinin evinde misafir olmak olduğu söylendi. İnsan bunu ilk duyunca, “nasıl yani tanımadığım birinin evinde misafir mi olacağım” diye düşünüyor, biz de böyle düşündük. Bize söylenen ilk şey “İran misafirperverliğini hiç tatmamışsınız belli” oldu. Seyahatimizi Tahran, Isfahan ve belki de Yezd olarak planlamıştık ama İran öyle büyük bir ülke ve İsfahanIsfahan da öyle büyüleyici bir şehirdi ki, İsfahan’daIsfahan’da az kalıp Yezd’e gidememiş, oradaki İIsfahan’da seyahatimizi uzatıp Tahran’a öyle dönmüştük. Tahran’a ilk vardığımızda İran’a ilk gelişimiz diye telefon kartı alamadığımızdan ilk gün internetsiz kalmıştık. Şehre ilk indiğimizde, ortalıkta telaş ile koşuşan insanların bize İstanbul’u hatırlattığını hatırlıyorum. Kadınlar genelde başörtülerini saçlarının yarısı gözükecek şekilde takıyorlar, giyimde en çok pantolon giyimi yaygın ama üzerlerine mutlaka uzunca bir şey giyiyorlar. Arabalar genelde eski, biz banka ve kredi kartlarımızı kullanamayacağımızı bildiğimiz için ilk işimiz döviz bürosu aramak oldu, yanlış hatırlamıyorsam yüzer dolar bozdurduk; bize bir elimizle tutamayacağımız kadar çok tomar para verdiler (26 Haziran 2023 tarihi itibariyle 100 dolar, 4.227.500,00 İran Riyali’ne eşit durumda). Tabii hem bizde de durum ona doğru gittiği için hem de zaten İran ile ilgili anlatılan her şey Türkiye’deki siyasi ve sosyal durumla karşılaştırıldığı için döviz bozdurma işleminden sonra arkadaşımla birbirimize hüzünle baktığımızı hatırlıyorum. 

Arkadaşımla yürüyerek önce bir şeyler yiyelim sonra yanında kalacağımız, daha yeni tanışacağımız Neda’nın evine gidelim, dedik. Sokakta şu nerede, bu nerede diye durduğumuz herkes sanki dünyada en önemli iş o an oymuş gibi bize turist olduğumuzu da anladıkları için canhıraş bir şekilde yardımcı olmaya çalışıyor, Türkiye’den geldiğimizi gören bildikleri Türkçe kelimelerle bizimle daha yakından iletişim kurmak istiyordu. İnsanlar o kadar cana yakındı ki şeriatla yönetildiği söylenen, belki bir yerde daha soğuk bir iletişim kurması beklenen insanların tavrı bizim de içimizi ısıtmıştı. İran’da benzin inanılmaz ucuz olduğu için bize uygulama üzerinden taksi kullanmamız söylenmişti. Ama uygulama Farsça olduğundan, ilk günler çözemediğimizden hep birilerine taksi çağırttırıp gittiğimiz her yere bu şekilde ve inanılmaz ucuz gittik.

Böylelikle Neda’nın evine vardık. Neda bizi sıcakkanlılıkla karşıladı. Neda animasyon film yönetmeni, inanılmaz tatlı bir kadın. İçeri gireli çok olmadı, kapımız çaldı, gelen Neda’nın komşusuydu. Neda’ya kendi doğum günü için kutlama yaptıklarını söyleyip Neda’yı davet etti, Neda bizden bahsedince hiç tereddüt etmeden bize kocaman gülümseyip “lütfen siz de gelin, lütfen” diye bizi de davet etti. Neda gitmek isteyip istemeyeceğimizi sordu, biz de tabii İran hakkında en çok duyduğumuz şeylerden biri “ev partileri” olduğu için hemen kabul ettik. Biz ne giyeceğimizi bilemediğimizden Neda’ya sorduk, nasıl istersek öyle giyinebileceğimizi söyledi. Biz de sadece başımıza baş örtümüzübaşörtümüzü almadan Neda’nın komşusunun evine gittik. İçeri girdiğimizde masalar İran şarabı dedikleri, ama beyaz rakıya benzer içki şişeleriyle doluydu. Son ses müzik, Neda’nın komşusunun kadın ve erkek arkadaşları; hep beraber müzik eşliğinde dans edip şarkı söylüyorlardı. Biz Ayşe Gül ile “biz nasıl İran’dayız” dercesine birbirimize bakıyoruz. O gün İran hakkında, halkın rejimin tam tersi bir tutumda olduğuna dair söylenenlere karşı ilk elden ilk kez şahit olmuştuk. Ertesi gün Tahran’ı daha çok keşfetmek üzere dışarı çıktık. İlk duraklarımızdan biri Gülistan Sarayı idi.   

İranlılar sahip oldukları eserler hakkında hakikaten titizler. Ayaklarımıza galoş takarak girmiştik Gülistan Sarayı’na. Bazı hadiseleri, eserleri veyahut insanları anlatmaya bazı kelimeler yetmiyor, İran’da giderseniz göreceğiniz her şey size bu sözümü bir yerde hatırlatacaktır.  

Tahran’a sonradan da zaten geliriz diye üç-üç buçuk saatlik bir taksi yolculuğu yapmak üzere İsfahan’aIsfahan’a doğru yola çıktık. Dediğim gibi benzin ucuz olduğu için bu yolculuk için ödediğimiz tutar çoğu İranlıya göre gene de çok pahalı olan altmış beş dolar kadardı. İsfahan’ınIsfahan’ın bize daha muhafazakâr olabileceği söylendiğinden Ayşe Gül’ün arkadaşının arkadaşı aracılığıyla İranlı bir ablamıza bizim için bir otel tutturduk. İIsfahan’da misafirperverliğin tadını çıkaramayacağımızı düşünmek bizi üzen tek şeydi İsfahan’aIsfahan’a giderken; tabii adımımızı İsfahan’aIsfahan’a atar atmaz yanıldığımız anlayacaktık. Pierre Loti’ye İsfahanIsfahan Seyahatnamesi’ni yazdıran, Ortaylı’ya “görmeden ölmeyin” dedirten yer. Nazan Bekiroğlu’nun Nar Ağacı’nda Settarhan’a göre “nısf-ı cihan” İstanbul’dur, babası Mirza Han’a göre ise İsfahan’dırIsfahan’dır; yani  İsfahandırIsfahan’dır ki cihanın yarısıdır. Onu gören diğer yarısını görmese de olurdu. İşte biz bir gün temmuz ayı sıcağının ortasında bir cihan yarısı olan İstanbul’dan, cihanın diğer yarısı olan Isfahan’a vardık. İIsfahan’ın içinde bir çarşı; (Fotoğraf 7 [üstte] Isfahan Pazarı) bizim Kapalıçarşı’ya çok benziyor, sıra sıra renkli renkli dükkanlar, kocaman bir avlunun içerisinde bir çarşı.

Esas bu tarafa geliş nedenimiz, İmam Camii’yi (Fotoğraf 8) ve Sheikh Lotfollah Camii’yi (Fotoğraf 11) görmek, Naghshe Jahan Restoran’da bir öğle yemeği yemek (Fotoğraf 9) ve yine Ali Qapu’da (Fotoğraf 10) dolaşabilmek idi. Bu güzellikleri yerinde görürken çarşının dışından avludan ağıt gibi bir ses duyduk, arkadaşımla birlikte avluya çıktığımızda bir erkeğin hafif yüksekçe bir yere çıkıp ilahiler söylediğini, kadınlı ve erkekli olmak üzere ayrılan iki ayrı topluluğun da adama eşlik ettiğini gördük. Kurban Bayramı dönemiydi, gördüğümüz şeyi daha evvel İstanbul’daki Aşura etkinliklerinden de gördüğümüzü hatırladık. Adamın sesi gerçekten çok içliydi ve biz daha da yakından dinlemek istediğimizden birazcık kadınlar tarafına doğru ilerledik. 

Arkamızdan siyah çarşaf giyimli, sol göğüs tarafında rozeti olan iki kadın yanımıza geldi ve bize yüksek tonla Farsça bir şeyler söylemeye başladı; biz ilk baş iki yaşlı kadın önlerini kapatıyoruz diye bizi azarlıyor gibi düşündük, fakat hemen kadınların ahlak polisi olduğunu anladık. Bize önden hafif görünen saçlarımızı ve ayak bileklerimizi işaret ederek devamında elleriyle polis arabasını gösterdiler. Ben hemen, sanki Farsça ile Arapça aynı imiş gibi o şokla Türkiye’den geldiğimizi zaten otelimize gideceğimizi, özür dilediğimizi falan söylemeye çalıştım. Polisler turist olduğumuza emin olunca, bizi rahat bıraktılar ama oradan da gitmemizi istediler. Arkadaşımla oradan uzaklaşırken, birbirimizin yüzüne korkuyla baktığımızı hatırlıyorum, bir gün önce içkili kadınlı erkekli ev partileri, bir gün sonrası ayak bileğimiz gözüküyor diye gözaltına alınma riskiyle karşı karşıya kalmamız. Çelişkilerle dolu bir ülke, tıpkı Türkiye gibi.

Oradan uzaklaşır uzaklaşmaz İranlı bir arkadaşımız olan Sina ile çarşıda buluştuk. Sina bize, biz hemen otele dönmek istemediğimiz için gözlerden ırak bir kafeye gitmeyi önerdi. İsfahanIsfahan bizi daha ne denli şaşırtabilir diye düşündürten bir kafeye gittik: adı sanı bile belli olmayan, merdiven altından geçilen, ama gördüğüm en güzel kafelerden birine (Fotoğraf 12). Kafeden çıkıp avluya doğru yol aldığımızda kalabalık artık dağılmış, yerini çok güzel bir günbatımına bırakmıştı. Arkadaşımız Sina günbatımının en güzel nereden izleneceğini iyi biliyordu, bizi Khaju Köprüsü’ne götürdü. Isfahan şaşırtmaya devam ediyordu. Köprünün göz göz bölmelerinde insanlar ya oturmuş bir şeyler yiyorlar ama çoğunlukla şarkı söylüyorlardı. Güzel sesli birinin sesine doğru yürümeye başladık.  

Sina’dan öğrendik yine meğer İran’da kadınların şarkı söylemesi yasakmış, ancak şu göz göz yerde seslerini hafifçe yükselterek şarkı söylemeye çalışan birçok kadın vardı. Günbatımının karşısında, yasaklara rağmen erkeklerin yanında şarkı söyleyen kadınlar. Hüzün gözlerinde bir buluttu ama şu küçücük şarkı söyleme etkinliği bile gülümsetmeye yetiyordu kadınları. Biz de alkışlarımızla eşlik ettik. O gün otele vardığımızda otelin avlusuna oturduk. Bir aile geldi otele o akşam saatlerinde, onlar da avluya geçtiler. İçlerinden baba olan selam verdi bize, nereden geldiğimizi falan sordu. Bu konuşma, daha sonra İstanbul ziyaretine kadar varacak dostluğumuzun ilk anlarıymış, sonradan anladık. Selim abi (adı değiştirilmiştir) de meğer avukatmış, Avustralya’da yaşıyormuş, seneler önce devrim olunca burada kendine bir hayat bulamayacağını anlamış, işler daha da kötüye gitmeden Avustralya’ya yerleşmiş. Bize devrim sonrası zamanlarından başlayarak anlatmaya başladı.

Hem çok uzun hem çok kısa bir hikayeydi bu. Bize son dedikleri “bizim yaptığımız hataları yapmayın, çok güzel bir ülkeniz var, ülkenize, toprağınıza sarılın” oldu. Biz de zaten dolmuşuz bütün gün, oturduk, birlikte ağladık. “İran” dedim içimden, “geldim sana ama seni de götüreceğim geri İstanbul’a belli”.  Ertesi gün Ermeni mahallesi dedikleri Yeni Culfa’ya gidelim dedik, başörtünün zorunlu olmadığı tek yer; gördüğüm en güzel katedrali de burada gördüm. İran Safevi motifleri ile Hristiyanlık motiflerini karıştırmışlar, ortaya da seyri sefa için dünya güzeli yapılar çıkmış. Ayrıca İran İslam devriminden sonra bütün çıplak figürler üstünde işlem yapıldığını öğrendik. Ayrıca yine Yeni Culfa bölgesinde 1915 Ermeni olaylarına ve Ermeni soykırım iddialarına yönelik “Ermeni Etnografya Müzesi” adıyla bir müze de bulunmakta idi.  

Müzede Halep Valisi Talat Paşa’dan sadır olduğu iddia edilen “hükümet tarafından tüm Ermenilerin öldürülmesi kararı alındığı iddiası”ndan tutun, soykırımdan kurtulanlara ait olduğu iddia edilen anı yazılarına, 1915’te soykırım savıyla öldürüldüğü iddia edilen insan kemiklerine kadar çeşitli eşya ve yazılar bulunmaktaydı. Sonradan araştırıp da öğrenmiştik, İran-Türkiye arası gerilimin baş sebeplerinden biri imiş bu müze ve İran’da bu müze bölgesinde yer alan ile beraber dokuz soykırım anıtı bulunmakta imiş. Oradan çıkıp araçla çok da uzak olmayan Çehel Sütun Sarayı’na doğru yol aldık.  

Çehel Sütun Sarayı, Safevi Şahı I. Abbas tarafından yaptırılmış, meğer sarayın ismindeki çehel sözcüğü de Farsça “kırk” anlamına geliyormuş. Oysa sarayda toplam yirmi sütun varmış ancak bu yirmi sütun sarayın önündeki (Fotoğraf 20) suya yansıyınca kırk olduğundan sarayın adı bu yüzden “kırk sütun” olarak adlandırılmış. Sarayın içinde yer alan seramik fresk ve tablolar da Çaldıran Zaferi de dahil olmak üzere belirli tarihsel olayları betimlemekte imiş.

O günün akşamı Tahran’a geri döndük, Tahran’da bu sefer Mosi isimli başka bir arkadaşımızın evine misafir olduk. Mosi inanılmaz biri, Instagram’da içerik üreticisi, kız arkadaşını da davet etti, birlikte Türk ve İran yemekleri hazırlayalım dedik. Biz menemen, onlar da Kuzey Tahran’a özgü tuzlu balık yemeği yaptılar. Birlikte bir Türk filmi izleyelim dedik, ancak VPN’ler, bir saate yakın beklemeler derken zar zor bir film indirip de açabildik. Devrimin baskısını her yerde görebiliyorsunuz ama aynı zamanda insanların artık alışkanlıktan mı yoksa boşvermişliktenboş vermişlikten mi kendi yağlarında kavrulmaya çalıştığını da gözlemliyorsunuz aynı anda. Mosi biraz aktivist bir arkadaşımızdı, bize Tahran’da o günden başlayarak kadınların sosyal medya üzerinden örgütlenip şehrin değişik yerlerinde başlarını açarak yürümeye başlayacaklarını iletti, bununla ilgili de bize birçok katılım çağrısı içeren video gösterdi. İslam devriminden beri, rejime karşı böyle esaslı bir hareketin ilk kez başladığını da iletti. Haklıydı da. O günden sonra biz İstanbul’a geri döndük ama İran’da hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Çok geçmeden Tahran’da 13 Eylül 2022’de 22 yaşında gencecik bir kız olan Mahsa hicap kurallarına uymadığı gerekçesiyle ahlak polisi tarafından gözaltına alındı, sonrasında gördüğü işkence sonucu komaya girerek hastaneye kaldırıldı ve 16 Eylül 2022’de hayatını kaybetti. Mahsa’dan sonra insanların korkması beklenirken kadınlar daha da çok seslerini çıkarmaya başladı, bu sefer acıyla, Mahsa’nın ve Mahsa’ların acısıyla.  Fotoğraf 21: Mahsa Amini. Kaynak:

İran’ın dört bir yanından hâalâa daha protesto, işkence ve isyan üçgeninde gidip gelen haberler gelmeye devam etmekte iken İran’da bulunan arkadaşlarımdan bu konuya dair görüşlerini iletmelerini istedim. Aşağıda sevgili dostlarımın mesajlarını iletiyorum.

Mosi: “İran’daki son protestolar, İran halkının hükümete olan nefretini ve İran’da hüküm süren dini rejimin artık yok olmaya başladığını göstermektedir. Avrupa’da zamanında klise egemenliği nasıl sona erdiyse, İran’da da yakında çok büyük bir dönüşüm başlayacaktır. Artık halkın sabrı tükenmiş olup gençler artık eskisi kadar dindar değildir. Ve ben bunun ülkemiz için daha iyi olduğunu düşünüyorum, umarım devrim yakında gerçekleşir ve hep beraber İran rejiminin yıkıldığını görürüz.

Neda: “Bu protestolar gençlerin neredeyse %90’ından fazlasının devrimi istediğini göstermektedir. Ama protestoların sebebi yalnızca başörtüsü zorunluluğu değil, yüksek enflasyon, insanların satın alma gücünün kalmaması ve diğer baskılar da güçlü ve daha önce benzeri görülmemiş bu protestolara neden oldu. Büyük bir kesim bu protestolara katılırken, kimi insanların bu protestolara katılmamasının sebebi IŞİD gibi grupların saldırılarından korkmaları oldu, dolayısıyla protestolara katılmayan önemli bir kısım sırf ülkenin bağımsızlığını kaybetme korkusuyla bu protestolara katılmadı.” 

Sina: “Ernesto Che Guevara, 1964’te Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmada sadece iki kelime söyledi: ölüm ya da vatan. İran’da geçen yılın Eylül ayından bu yana, İranlı genç bir kadının öldürülmesini protesto etmekle başlayan İranlıların özgürlük hareketine tanık olduk. Son on yılda, diktatörlük hükümetimizin, temel kaynağı son yıllardaki çok kötü yaşam koşulları, gelir eşitsizliği ve enflasyon olan kendisine karşı her türlü protestoya tanık olduğunu söylemek gerekir. 

Ancak ‘Kadın, yaşam, özgürlük’ hareketi bir protestodan daha fazlasıydı. Bu yurtdışındaki tüm İranlıların ve Avrupa ülkelerinin desteğini alan bir protesto idi. Fakat ne yazık ki, Batı ve Avrupa hükümetleri çok geçmeden halkı desteklemeyi bıraktılar ve perde arkasında mollaların hükümetiyle gizli anlaşma yaptılar. Dolayısıyla bu noktada biz İranlıların İran içinde kendi halkımız dışında hiçbir desteğimiz kalmadığını söyleyebiliriz. Son 10 ayda, gözaltına alınan protestocuların toplu infazı ve İran üniversitelerinde ve bilim merkezlerinde yaşanan ağır kısıtlamalar da dahil olmak üzere çok acı verici olaylara tanık oldum. Sosyal medyada kötü haberler duymadığım bir gün bile geçmiyor. Neredeyse her gün Park Street metrosu ve diğer yerler gibi tüm halka açık yerlerde halk ve hükümet güçleri arasında şiddetli çatışmalar görüyoruz ve bu beni çok rahatsız ediyor, ancak ben yine de protestoları desteklemeyi bırakmayacağım.

Öte yandan, İran’ın diktatörlük hükümeti, İran’ın sosyal ağlarının çoğunu filtreleyerek devrimci hareketimizin tohumlarını boğmaya çalıştı, ancak bir gün bu ekilen tohumlar güçlü ağaçlara dönüşecek ve bu ağaçların dev kökleri herkesin boynunda hissedilecek. Benim bakış açıma göre, özgür bir yaşam için devrimci kadın hareketi, dini diktatörlüğün egemen olduğu diğer ülkelerdeki özgürlük hareketlerinin kaynağı olabilecek farklı sosyal, kültürel ve politik boyutlara sahipti, ancak ne yazık ki, şu anda, Batılı hükümetlerin samimi desteğinin eksikliği nedeniyle, bu gelişmenin yolunun çok karanlık göründüğünü ve diktatörlüğümüzü değiştirme umudumuzu kaybettiğimizi söyleyebilirim.

Ancak bu hareketin benim bakış açıma göre en büyük başarısı, farklılıklar ve diğer şeylerin yanı sıra yaşam baskısı ve büyük enflasyon yükü altında bükülmüş sıradan insanlar arasında bir tür birliğin yaratılmasıdır. Tüm insanların özgürlüğün tadını tadacağı ve hiçbir dinin ve diktatörlük hükümetinin halkın insancıl ve özgürlükçü arzularına karşı çıkamayacağı ve onlarla yüzleşemeyeceği bir gün umuduyla.” 

Adını vermek istemeye başka bir İranlı arkadaşım: “İran’da ‘Kadın, Yaşam, Özgürlük Hareketi’ olarak bilinen protesto, İranlı genç neslin ülkelerinde hüküm süren adaletsizlik, eşitsizlik ve yolsuzluğun yankılanan bir reddini temsil ediyor. İslami devrimin ilk yıllarından beri başörtüsü takmakla yükümlü olan İranlı kadınlar bu hareketin ön saflarında yer alıyor. Amaçları, temel insan haklarını güvence altına almak ve komşu ülkelerdeki kadınlarla aynı özgürlükten yararlanmaktır. Dahası, bu hareket, hepsi İslam Şeriat hukukuna dayanan boşanma, miras ve çocuk velayeti ile ilgili eşitsiz muameleye meydan okuyan bir isyan başlattı. Bu isyana girişen bu kararlı nesil, hak ettiği haklı sonuçları elde edene kadar mücadele etmeye devam edecek, çünkü onların sarsılmaz kararlılıkları sonunda hâkim karanlığı aydınlatacaktır.” Aslında söylenmesi gereken her şeyi İranlı dostlarım söylemiş oldular.

Charles Evans Hughes der ki “Farklı olma hakkımızı kaybettiğimizde, özgür olma ayrıcalığını da kaybederiz.” Bizi aynı olmaya zorladıkları her an içimizde bir parçaya veda ederiz ve zamanı ödünç alamadığımızdan parçalarımıza ettiğimiz vedanın da bir geri dönüşü olmaz. İran halkının, güçsüzün, gençlerin, yarınların devrimi ne kadar uzak ne kadar yakın bilinmez ama bir gün gerçekleşeceğine inancım tam. Bu güzel ülkenin bu güzel insanları çok daha iyisini hak ediyor biliyorum. Bu güzel ülke ve insanlarına dair tek arzum; onlarla özgür günlerde en kısa zamanda yeniden buluşmak. Yazımın başlığı şimdiden hazır: “İranlı gençlerin zaferi: İran’ın Beklenen Devrimine dair Anlatılar”. 

(Not: “Fotoğraf 21” hariç yazıda kullanılan tüm görseller Sevgi Erarslan’ın objektifindendir)

Sevgi Erarslan hakkında 1 makale
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezuniyetini takiben aynı üniversitede ve ayrıca Ku Leuven Üniversitesi'nde yüksek lisansını yapmış olup halihazırda İstanbul Üniversitesi'nde kamu hukuku üzerinde doktora öğrenimi görmekte ve İstanbul Barosu'na bağlı olarak avukatlık yapmaktadır.

İlk yorum yapan olun

Bir Cevap Yazın