
14-28 Mayıs seçim süreci, Türkiye’nin yaşadığı ilk ikinci turlu seçim olmasının yanında hem güncel manada aktörlerin ve kurumların ele alınması hem de siyasal kültür düzeyinde önemli dersler sundu. Özellikle siyasal hafıza düzeyinde geçmişle analoji kuran analizlerin ne denli anlamsızlaştığını göstermesi, tecrübe ettiğimiz son seçimlerin en belirgin niteliği oldu.
Seçime yaklaşık altı aydan fazla bir süre kala, 2022’nin Kasım’ında işaret ettiğimiz husus şuydu:
Bu seçim, kazandığını düşünenin mutlaka kaybettiği bir seçim olacaktı. (Millet İttifakı ve onun adayı Kemal Kılıçdaroğlu tam olarak bu durumu göz ardı ettiği için kaybetti. Eş zamanlı olarak muhalif kamuoyunu da “kesin kazandıklarına” ikna ederek her türlü eleştiriyi, yer yer tehditvari bir şekilde ötekileştirdi.)
Nedeni ise siyasal psikolojinin uzun bir süre sonra ilk defa galibin belli olmadığı bir seçime yakalanmış olmasıydı.
Bir yanda yirmi yıla yakın iktidarında gözden kaçamayacak yorgunluk belirtileri gösteren AK Parti iktidarı, ekonomik göstergelerin olumsuz seyretmesi, bölüşüm politikalarının dar bir çerçeveye hapsetme eğilimi göstermesi ve adalet sistemine dönük güvensizliklerin yarattığı huzursuzluk ile seçime girecekti.
Parti ve Recep Tayyip Erdoğan da bunun farkındaydı. Bu bağlamda mevcut oy potansiyelini koruma peşinde olan bir strateji takip edilecekti.
Geçmiş seçim süreçlerine kıyasla güvensizlik arz eden duruma, Şubat ayında ülkenin yaşadığı deprem felâketi de eklenecekti.
İktidar açısından durum, Cemil Koçak’ın 1945 ile 1946 yıllarını iktidar değişimi bağlamında kıyaslarken ifade ettiği gibi ne yolun açık olduğu ne de yolun nereye varacağının belli olduğu bir müphemliği ifade ediyordu.
Diğer yanda ise başından beri AK Parti iktidarını ilk defa bu denli zayıf yakaladığını düşünen bir muhalefet bloğu, Altılı Masa adını verdiği mekanizma ile ortak ve tek aday çıkarma uğraşındaydı.
2022 Kasım’ında belirttiğimiz üzere, artan hayat pahalılığı ile İstanbul ve Ankara belediyelerinin muhalefet tarafından alınmasının da etkisiyle muhalefet, bir tür “mezar kıyısı” psikolojisine kapılmıştı. Onlara göre AK Parti iktidarı sona ermek üzereydi, yapılması gereken öncelikli şey durumun ne kadar kötü olduğunu daimî olarak aktarmak olmalıydı.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığının kesinleşmesinin akabinde muhalif kamuoyunu hiç olmadığı kadar saran “aramızda kalsın, kazanıyoruz” hissiyatı, siyasi aktörler ve muhalif seçmenlerin görme ve duyma biçimini mutlak şekilde belirlerken başlangıcını bu “mezar kıyısı” psikolojisine borçluydu.
Şubat ayında yaşanan deprem gerek yurtiçi gerek yurtdışındaki analizlerde 1999 analojisi ile ele alınarak bu “mezar kıyısı” psikolojisini derinleştirdi. Bu psikolojinin yol açtığı körlük o kadar yoğundu ki CHP, “iktidarla hizalanmama” adına öfkeli bir stratejiyle hareket ederek
Oysa Jose Ortega y Gasset’nin 1916 yılında Almanlar’ın kapıldığını söylediği gerçekliğin muhalefetin başına musallat olması kaçınılmazdı. Yine 2022 Kasım’ından aktaralım:
“Jose Ortega y Gasset 1916’da Dünya Savaşı’nın sonlanmasına daha zaman varken Almanların ‘savaşı kaybedeceğini’ yazar. Ortega’ya göre Almanlar kaybedecektir, çünkü ‘savaşa zaferden son derece emin olarak girmişler’ ve bu sebeple de ‘savaşmayı’, savaşın bizatihi kendisini hiç düşünmemişlerdir. Bir savaşın içinde oldukları gerçeğinden ziyade savaşın sonunda kazanacakları zaferle, ödül ile meşgul olan Almanlar, savaşın gerekliliklerini ikinci plana atmışlar, dolayısıyla da ‘emin oldukları’ zaferin aksine ağır bir yenilgiyle karşılaşmışlardır”.
Yolun sonundaki mükâfattan emin olmak, yolun gerekliliklerini ve ciddiyetini ikinci plana atar. Türkiye’de muhalefetin, iktidarın aksine kapıldığı ruh hâli de Kasım 2022’deki uyarımızın da gösterdiği gibi tam olarak buydu. Keza seçimin ikinci turuna dair hiçbir hazırlığın olmaması, ilk tur öncesindeki pozitif kampanyanın yerini negatif projeksiyona bırakılması ve “seçim değil, referandum” söylemiyle bir adayın kendini silerek rekabet etmeye çalışması da bu ruh hâlinin bir sonucudur.
Aynı şekilde CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun ikinci tur öncesinde Zafer Partisi ile ittifak yapması, HDP/YSP’nin de dışarıdan desteklediği amorf bir muhalefet yapısının oluşmasına yol açtı. Bu amorf yapı, salt seçim sistemiyle ele alınabilecek bir olgu değildir. Tam aksine, muhalefet açısından mevcut seçim sistemini sağlıklı bir şekilde ele almamanın, süreci analiz etmeyi ikinci plana atmanın neticesidir.
1946’dan 2023’e
Cemil Koçak, 1946 yılının siyasi atmosferini tanımlarken şu ifadeleri kullanır:
“Ne yol açıktı ne de yolun nereye varacağı belirgindi. Yolun sonunu görmek imkânsız, kıvrımlarını hissetmek zordu. Yine de politik aktörlerin kendilerine uygun gördükleri yol haritaları elbette vardı. Güç olan, bu yol haritalarını siyasi gelişmelere göre değiştirmeksizin uygulayabilmekti. Çatışan yol haritalarının ne gibi sonuçlar yaratabileceği ise, ancak heyecanla izlenebilirdi”.
AK Parti’nin bu denli zor durumda kaldığı ilk seçimde hem iktidarın hem de muhalefetin tam olarak yapması gereken buydu: Kendi yol haritalarını siyasi gelişmelere uyarlayabilmek.
Muhalefet, kaçınılmaz gördüğü “değişime” yönelik bir yol haritası çizmeliydi. Başka bir deyişle, salt rakibinin kötü durumda olmasından kaynaklı bir stratejiye kapılmayıp kaçınılmazlıkla söylemine dâhil ettiği değişime dair bir haritalandırma yapmalıydı.
Oysa yapılan tek şey seçim sonrasına yönelik bir planlamaydı ki bu planlama bile, 7 Cumhurbaşkanı yardımcısı, bakanlıkların paylaşımı gibi konularla güvensizlik yaratacak denli beceriksizlikle yapıldı.
Elbette bu güvensizliğe, “Bugün dünden daha fakirsen tek sebebi Erdoğan” gibi kitsch denilebilecek kısa videolardan oluşan ve mevcut durumu tekrar tekrar dile getiren bir kampanya eşlik etti.
Bu kampanyanın bir sonuca ulaşacağına dair yanılgıyı büyüten olgulardan biri de grafik-tasarım alanında yüksek lisans yapan Mahir Ünal’ın yaratıcı şekilde ortaya koyduğu stickerlar oldu.
Seçmene ne kadar kötü durumda olduğunu tekrar tekrar ispatlama uğraşındaki bu ruh hâli, Ünal’ın stickerları ve videolarla estetik müdahalelerle desteklenirken değişimin kaçınılmazlığı hissiyatı pekiştirildi. Kazanılacağına dair veri ise videoların izlenme sayısından ibaretti.
Muhalif kamuoyunun kapıldığı coşku bu şekilde arttırılırken son üç seçimde toplam oyu yüzde 48 olan muhalefetin, asıl hedef kitlesinin kalan yüzde 2’den 1 fazlası olduğu unutuldu. Bu kesimin zaten mevcut durumda Kılıçdaroğlu’ndan başka alternatifinin olmadığı, değişimin bu kez kesin bir şekilde gerçekleşeceğine inanıldı.
Koçak’ın 1946 için yazdığı satırların işaret ettiği gerçekler, “değişim” sözcüğünün büyülenmeyle göz ardı edildi:
“Önemli olan değişimin yönü olduğu kadar, kendisi ve içeriğiydi de… Değişimin içeriği ve yöntemi de değişimin kendisini şekillendiriyordu”.
Değişimin aktörlerine ve onların bu değişimi organize edebilmesine yönelik zayıflıklar göz ardı edilemeyecek kadar açığa çıktığında ise “muhalefetin kendisine rağmen kazanacağı” söylemlerine sığınıldı.
“Değişim” ve onun kaçınılmazlığına dair söylemin sahipleri bu değişimin içeriğini ve yöntemini, kendi söylemlerinde büyülenerek göz ardı ettiler. Yayımlanan anket sonuçları da bu büyülenmeyi perçinledi.
Öte yandan değişimin içeriği, politik aktörlere yönelik algıdan ve onların siyasi kariyerinden ayrı ele alınamazdı. Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı, “kaçınılmaz” görüp sundukları değişime içerik kazandırma ve onun yöntemini kurgulama hususlarıyla bu büyülenme içinde pek ilgilenmediler.
Bu ilgisizliği pekiştiren analizler ise analojilere dayanıyordu.
14-28 Mayıs’ın Özgünlüğü
“Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur” şeklinde Süleyman Demirel’e atfedilen sözün herhangi bir geçerliliğinin olmadığı bu seçimde görüldü. “Boş tencere” belki geçerli bir sebeptir fakat “yeter sebep” değildir.
Keza yeter sebep olmadığında bir yargının doğruluğundan söz edemezsiniz.
“Boş tencerenin” değişim için etkin ve yeterli bir sebep olması, değişimi organize etme sorumluluğuna sahip siyasi aktörlerin bu husustaki kapasitesine bağlıdır.
Belirttiğimiz üzere, muhalefet değişimi o denli kaçınılmaz görüyordu ki tencerenin boşluğunu vurgulayan video ve stickerlar ile kendi haklılığında büyülenmişti. Akla hiç “tencere 21 yıllık iktidarı götürmeye yetebilir mi?” sorusu gelmemiş, bu soruyu gündeme getirenler en kibar ifadeyle “oyunbozan” şeklinde etiketlenmişti.
Bu zafiyet rakibin, sosyolojinin ve sosyolojiyle rakibin kurduğu ilişkinin analizini ihmal ederek “kaçınılmaz değişim” senaryosuyla, yolun sonundaki mükâfattan emin olarak seçime girilmesine yol açtı.
Rakibin ve mevcut koşulların analiz o denli ihmal edildi ki Şubat depremlerinin AK Parti ve Erdoğan için, Ecevit’in iktidarını sarsan 1999 depremlerine benzer bir etki yaratacağına inanıldı.
Oysa ne Türkiye o dönemin Türkiye’si idi ne Erdoğan, Ecevit ne de hükümet kırılgan bir koalisyondan ibaretti. 21 yıllık Erdoğan iktidarıyla kırılgan Ecevit hükümeti bir tutulabilmişti. Kaldı ki Erdoğan’ın kendi kitlesiyle kurduğu ilişki de kendi özgünlüğünde değerlendirilmedi.
Muhalefet, özellikle CHP bu etkinin mümkün olması için gerekli projeksiyonları üretmek yerine büyük oranda iktidara saldırmakla yetindi.
Göz ardı edilen bir diğer husus şu: 21 yıllık bir iktidarın değişimi salt kendi eksiklikleriyle mümkün olmazdı. “Muhalefet kendisine rağmen kazanacak” söylemi salt bu yargıdan besleniyordu.
Oysa bu eksikliklere işaret edip yeni bir güven inşası gerekirdi. Muhalefet bu inşayla ilgilenmek yerine “Erdoğan’a rağmen Erdoğan” seçeneğini o denli kuvvetli hâle getirdi ki elinde kendi coşkusundan başka bir şey olmadığı için bunu bile göremedi.
Son olarak Metropoll Araştırma’nın sahibi Özer Sencar’ın, Ruşen Çakır’ın “Neden Yanıldım?” videosunu alıntılayarak söylediği şu sözlere dikkat çekmek gerekiyor:
“Katıldığım programlarında Kılıçdaroğlu’nun niye kaybedeceğini gerekçeleri ile anlatırken Ruşen beyin gülümsemelerini unutmuyorum”.
İşte muhalefet, tam olarak böylesi gerekçeleri analiz etmekten imtina edecek şekilde kendi fantezisine kapıldığı, bu gerekçelere karşı “gülümsemekle” yetindiği için kaybetti.
Böylesi gülümsemeler siyasi tarihimizde büyük bir ders olarak yerini alacaktır.
Bir Cevap Yazın