
Türkiye’nin sistemli ve söylem-eylem tutarsızlığını aşan bir muhalefete ihtiyacı var. Nitekim çeyrek asırlık AK Parti iktidarı, aynı zamanda çeyrek asırlık muhalefet başarısızlığı da demektir.
Bunun yanında 2023 seçimleri muhalefetin hem siyasal aktörler hem de seçmenler düzeyinde siyasal psikolojisini altüst eden bir seyir izledi. Karşımızda tutarlı bir karmaşa var ve özellikle CHP kanadında bu karmaşa hemen her aktörün işine geliyor gibi görünüyor.
Okumak üzere olduğunuz bu analizde muhalefetin iki önemli partisi, CHP ve İYİ Parti’nin seçim sonrası siyasal psikolojisi ele alınacaktır. Keza bu altüst oluştan çıkabilmesi için muhalif siyasal aktör ve seçmenlerin mevcut durumu net bir şekilde tahlil etmeli, siyasal psikolojilerini bu netlik üzerinden oluşturmaları gerekmektedir.
Seçim Öncesi Muhalefetin Siyasal Psikolojisi
Cumhuriyet’in yüzüncü yılında gerçekleşen seçimler öncesinde muhalefet kamuoyu son yirmi yılda sahip olamadığı bir değişim beklentisine, bu beklentinin mutlaka gerçekleşecek olması hissiyatına kapıldı. 21 yıldır iktidarını sürdüren AK Parti’nin aleyhine olduğu iddia edilen pek çok olgudan oluşan bir referans kaynağı bu hissiyatın zeminini oluşturdu.
Bu siyasal psikoloji birtakım anket sonuçlarıyla da desteklenince seçim öncesinde “kazanıyoruz” söyleminde somutlaşan bir rehavet kaçınılmaz bir şekilde açığa çıktı. Bu rehavet muhalif kamuoyunun ekseriyetinde ise “coşku” olarak selamlandı.
Paralel olarak söz konusu durumun aslında göründüğü gibi olmadığını söyleyen analiz ve yorumlar “muhalefete muhalefet etme” konforu ve iktidar destekçiliği ile itham edildi. Tümüyle siyah beyaz olan bir analiz boyutu yaratıldı ve seçim sürecine bakış bu boyut içerisinden şekillendi.
Keza bu “coşku” birtakım analojik analizlerden ve siyasal kültürü neredeyse tümüyle yok sayan varsayımlardan besleniyordu. Süleyman Demirel’e atfedilen “Tencerenin götüremeyeceği iktidar yoktur” şeklindeki ifadede somutlaşan böylesi analizler özellikle Şubat ayında yaşanan deprem felâketinin akabinde 1999 depremleri ile dönemin Ecevit Hükümeti’ni eşleştiren analojilerle destekleniyordu.
Uzun süren adaylık tartışmaları ve bu tartışmaları kızıştıran adayın kim olacağına dair belirsizliğin sonrasında CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayı oldu. Kılıçdaroğlu’nun adaylık isteği kamuoyuna ve özellikle de kendi seçmenine doğrudan açığa vurulmasa da siyasal kulislerde bilinen bir durumdu.
Öte yandan MASA’nın Altılı Masa özelinde ilginize sunduğu raporda da görüleceği üzere bu istek, semptomatik bir biçimde hem onu onaylayıcı hem de onun adaylığa karşıt şekilde muhalif partilerden dışa vuruluyordu. Oysa, Türkiye’nin özlediği demokratik birlikteliği uzun zaman sonra yeniden yarattığı ile meşrulaştırılan Altılı Masa’nın gerçeği buydu.
Altılı Masa’nın 2 Mart günü yaşadığı kriz bu bakımdan sürpriz değildi.
6 Mart günü Kılıçdaroğlu’nun adaylığını açıklayan Altılı Masa ise ilkinden çok farklı bir yapıydı. CHP Genel Başkan yardımcısı Bülent Kuşoğlu, 2022’nin Sonbaharında yaptığı açıklamada haklı çıkmış, 2 Mart günü Kılıçdaroğlu’nun adaylığına oy birliği ile onay vermeyen Altılı Masa dağılmıştı.
6 Mart günü açığa çıkan Altılı Masa ise kaderini bütünüyle Kılıçdaroğlu ve onun adaylığına bağlamış, geçen bir yıllık süredeki söylemleri ve üzerinde inşa edildiğini belirttiği ilkelerle çelişecek şekilde CHP liderinin adaylığında karar kılmıştı.
Aday belirleme sürecinin sorunlu yanları ve bunun olası sonuçları, yaşanan aday belirsizliğinin sonlanmasına dair coşkuyla göz ardı edildi. Bu coşkunun aslî kaynağı ise AK Parti ve Erdoğan’ın iktidarının en zor durumunda olduğu şeklindeki tespite dayanıyordu. Bu tespit siyasal psikolojinin çerçevesini çiziyordu. Başka bir deyişle, muhalefetin seçim sürecine bakışını şekillendiren aslî unsur Erdoğan’ın ilk defa kaybetmeye bu kadar yakın olmasıydı. Nitekim kimi yorumlar “muhalefetin, kendisine rağmen kazanacağını” vurguluyordu.
Bu minvalde, Memleket Partisi ve onun yüz bin imza toplayarak aday olmuş Genel Başkanı Muharrem İnce gibi aktörlere yazgı biçildi, Millet İttifakı saflarında yer almaması “seçim kaybedilirse sokağa çıkamaz”a varan ifadelerle eleştirildi. Bakış yine aynıydı: Kazanacakken safların sıklaşması gerekiyordu.
Altılı Masa’nın yaklaşık bir yıllık sürecinde damgasını vuran “aday değil, sistem”, “aday değil, değişim” söylemleri de aynı bakış açısından besleniyordu. Böylelikle aday profili önemsizleştiriliyor, Altılı Masa’nın gösterdiği aday kim olursa olsun seçimi kazanacak şekilde kamuoyuna sunuluyordu.
CHP liderinin adaylığı üzerindeki eleştiriler aday profilini ikinci plana atan söylemlerle karşılanırken Saadet Partisi lideri Temel Karamollaoğlu henüz Şubat 2023’te, Kılıçdaroğlu’nun aday olması hâlinde yüzde 99 kazanacağını belirtiyordu.
Oysa bu açıklama, daha üç ay önce İmamoğlu’na dair yargı kararının açıklandığı gün yurtdışında olmasıyla eleştirilerin hedefinde olan Kılıçdaroğlu için oluşturulan ideolojik fantezinin uğraklarından ibaret olacaktı.
Bu ideolojik fantezi muhalefetin kendisine “kazandığını sunan bir sahne”yi seçim süreci ile bir tutması şeklinde tarif edilebilir. İdeolojik fantezi Slavoj Zizek’in tanımladığı gibi “öznenin arzusunu gerçekleştiren bir senaryo” olarak tasarlanır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta kastedilenin kazanmış olmanın ilanından ziyade kazanmış olmanın gerçekleştiği sahnenin sahnelenmesidir.
Örnek vermek gerekirse Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu’nun Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu’nu yanına alıp çektiği video tam olarak “sahnenin sahnelenmesi” olgusuna tekabül etmektedir. Kendisine “sayın Cumhurbaşkanım” diye seslenilen Kılıçdaroğlu, “Cumhurbaşkanı yardımcılarıyla” birlikte kurguladığı video “kazanmış olmanın sahnelendiği” bir sahneden ibarettir.
Dolayısıyla siyasal psikolojiniz, yani kendi siyasal karakterinizi tasarlamanız, seçmenle olan ilişkinizi tesis etme biçiminiz, toplumsal ve politik konuları ele alışınız, seçim sürecindeki rakip aktörlere bakışınız bu fantezi içinden şekillendiğinde gerçeklikle aranızda göz ardı ettiğiniz bir kopuş kaçınılmaz bir şekilde açığa çıkar ve derinleşir.
Özellikle toplumsal ve politik konulara yaklaşımınız böylesi bir fantezi içinden şekillendiğinde attığınız adımların “ne denli önemli” olduğuna sorgusuz inanırsınız. Bu bağlamdaki semptomatik örnek Kılıçdaroğlu’nun “Alevi.” şeklinde yayımladığı videodur.
Çatışmalı siyasal hafızalara sahip konuların ya da güncel ifadeyle “hassas” konuların tek açıklamayla çözülebileceğini düşünmek veya bu hususta umut yaratmak tam da muhalif kamuoyunun kapıldığı ideolojik fantezinin bir ürünüdür.
Millet İttifakı Neden Kaybetti?
Millet İttifakı tam olarak kendini kurguladığı ve bu çerçevede sunduğu “kesin kazandığını” hem kendisine hem de seçmene dikte eden siyasal psikoloji nedeniyle kaybetti.
Bu psikolojinin gerekçelerini ise şu şekilde tespit etmemiz mümkün.
İlk gerekçe, seçim sürecinin tahlilinde gösterilen zafiyettir. Kasım 2022’deki MASA analizinin işaret ettiği gibi, 2023 seçimleri “kazandığını düşünenin kaybettiği” bir seçim olacaktı.
Bunun aslî nedeni ise 21 yıllık iktidarı boyunca AK Parti’nin ilk defa kendisi ve kamuoyu açısından sonucu belli olmadığı bir seçim sürecinde olmasıydı. Bu belirsizlik seçim sürecinin hem iktidar hem de muhalefet için ana unsur olmalıydı.
İktidar bu unsurun farkında olarak bir strateji geliştirdi.
AK Parti ve Erdoğan, kendileri açısından en güçlü oldukları alanlarda, savunma sanayii ve büyük yatırımların odağında olduğu, devletin bekası ve ülkenin inşası bağlamında bir strateji ile seçmenlere seslendi.
Bu sesleniş, Erdoğan gibi kendi kitlesiyle ve devletin güçlü olmasıyla özdeşleşmiş bir figür tarafından gerçekleştirildiğinde beklediği reaksiyonu aldı.
Elbette 21 yıllık iktidarın kurguladığı ve ister olumlu ister olumsuz olsun etkilediği bir sosyoloji, bir beklentiler kümesi ve bu sürecin ortaya koyduğu kapasiteden örnekler de bu reaksiyonun alınmasında önemli bir rol oynadı.
Millet İttifakı’nın en yaşamsal hatası, yukarıda değindiğimiz siyasal psikolojiyi de mümkün kılan husus 21 yıllık iktidarın sosyolojik etkilerini sadece olumsuz boyutuyla ele alması oldu.
Bir kere 21 yıllık iktidar sürecinin kendisi, Cumhuriyet sonrası Türk siyasi tarihinde bir anomaliydi, eşsiz bir durumdu. Dolayısıyla 21 yıldır hüküm süren bir siyasal aktörün iktidarı kaybetmesine yol açacak olgular da sadece geçmiş örnekler üzerinden ele alınmamalıydı.
Muhalefeti oluşturan unsurlar ekseriyetle o çok meşhur “boş tencere” metaforuyla iktidarın bu kez kaybedeceğine inandı. Şubat ayında yaşanan depremlerin de 1999 sonrasına benzer bir siyasi etki yaratacağına, Erdoğan iktidarına yönelik tepkiyi derinleştireceğine yönelik analizler yapıldı.
Aynı şekilde Millî Görüş geleneğinden gelen Saadet Partisi’nin genel merkezi önünde CHP liderinin adaylığının açıklanmasına da sembolik bir önem atfedildi.
Oysa sorun şuydu: İktidara yönelik tepkiyi yönetme ve onu organize edebilme kapasitesi.
Bu kapasite, AK Parti ve Erdoğan’ı özgün bir fenomen olarak ele alıp bu doğrultuda soğukkanlı hareket edecek strateji ile açığa çıkabilirdi. Bu stratejinin başlıca gereksinimi ise asla “kazandık” fantezisine kapılmamaktı.
Oysa muhalefet hem yapısal kırılganlıklarını hem söylem ve eylem tutarsızlığını hem de aday profilinin yarattığı hayal kırıklığını kapatmak için bu fanteziye sonu gelmez bir şekilde kapıldı.
Bu kapılmışlığın en önemli göstergesi ise olası ikinci tur seçimleri için hiçbir senaryoları olmaması, bu yüzden de zaten karmaşık ve kırılgan bir yapıya sahip ittifakını daha da kırılgan gösteren oksimoron arayışlara yönelmesiydi.
Yaptığını iddia ettiği, fakat fantezinin baskın olduğu pozitif kampanyanın mutlak anlamda karşıtı bir stratejiyle, seçimi bir referandum kıldı; kendi adaylığını önemsizleştirecek denli Erdoğan’ın onaylanıp onaylanmayacağını, onayladıkları takdirde de kaba tabirle “felâkete” hazır olmaları gerektiği şekilde seçmenleri etki altına almaya, seçimi tanımlamaya çalıştı.
O süreçte de belirttiğimiz gibi, bu çaba daha baştan yenilgiye yazgılıydı ve siyasal kültürün bütünüyle göz ardı edildiği bir analizin ürünüydü. Türkiye’de kendisini ikinci plana atan hiçbir adayın başarı şansı yoktur.
İkinci gerekçeye geldiğimizde karşımıza “kazandık” psikolojisinin mevcut aksaklıkların, eksikliklerin üzerini örtmek ve eleştirileri de minimize etmek üzere kullanıldığı çıkıyor.
Başka bir deyişle muhalefet, kimi anlaşmazlıklarını ve çatışmalarını önemsiz göstermek, özellikle aday profilini mevcut iktidarın anti-tezi olarak kurgulamak için bu siyasal psikolojiye ihtiyaç duyduğuna kanaat getirdi.
Altılı Masa’nın gösterdiği aday kim olursa olsun kazanacaktı, çünkü toplumun büyük çoğunluğu mevcut iktidarın yönetiminden ve aktörlerinden “bıkkınlık” duyuyordu. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun adaylığı da büyük oranda bu bıkkınlıkla meşrulaştırıldı: Artık aday tartışmanın zamanı değildi, zaten Erdoğan kaybediyordu.
Bu iki gerekçe bağlamında, oluşturulan Altılı Masa’nın eylem ve söylemleri arasındaki dindirilemeyen tutarsızlık göz ardı edildi.
6 Mart günü yayımlanan bildiride başta 5+2 Cumhurbaşkanı yardımcısı kombinasyonu olmak üzere Altılı Masa’nın kazandığı takdirde “nasıl yöneteceğine” dair giderilemeyen belirsizlik ve kırılganlık da ihmal edildi.
“Kazanıyoruz” psikolojisi muhalif seçmene nüfuz etse de kazanmak için şart olan fazladan yüzde 2’nin Altılı Masa’yı nasıl gördüğü, nasıl algıladığına analizleri de ikinci plana attı.
Seçim Sonrası Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Siyasal Psikolojisi
CHP hem mevcut yönetimi ve siyasi aktörleri hem de hitap ettiği kamuoyu ile Carl Schmitt’in romantiklere yönelik eleştirileri anımsatacak nitelikte bir siyasal performansı istikrarlı bir şekilde sürdürüyor.
Schmitt’e göre romantiklerin en büyük handikapı karar verememektir. Romantikler bir konu hakkında uzun uzadıya konuşabilirler ve siyaset yapma biçimleri de bizatihi bu sonu gelmeyen konuşmalara, söylemsel argümanlardan ibaret hâle gelir.
CHP bir ana muhalefet partisi olarak haklı bir şekilde kendisine muhalefeti örgütleme rolü atfederek seçim sürecine girdi. Keza Kılıçdaroğlu’nun adaylığı da “ittifakta en çok mv. sandalye sayısına sahip partinin genel başkanı olmalı” şeklinde de desteklendi.
Bu ittifak, AK Parti’nin merkez sağdan uzaklaştığı aksiyomuyla yeni bir merkez inşası anlamına da geliyordu. Eski AK Partili isimlerin DEVA ve Gelecek partileri üzerinden CHP’de yer bulup meclise girmesi de “helalleşme” girişimini ve “adalet” yürüyüşünü de içeren yeni merkez inşasına dair çabanın sonucuydu.
CHP, bu yeni merkezin baş aktörü olarak aynı zamanda kendisini de aksiyolojik olarak dönüştürme uğraşındaydı. Söylemsel düzeyde sosyal demokrat çizgide işaretlense de giderek merkez sağ partiye evriliyordu. Fakat bu süreç CHP’nin ne biri ne de diğeri olabildiği amorf bir yapıyı gün yüzüne çıkardı. Seçmeni nezdinde yelpazenin solunda yer alan parti, karar merkezleri ve siyasal hedefleri bağlamında merkez sağ gibi davranıyordu. Bu ikircikli tutum, matematiksel sonuçları bağlamında CHP’yi ne uzatan ne kısaltan bir sonuca mahkûm etti.
Keza geldiğimiz noktada CHP, kendine biçtiği rolün hakkını vermek bir yana siyasi parti olarak kendi potansiyelini de zarara uğratmış durumda. İzlediği strateji neticesinde aldığı oyu önceki seçimlere kıyasla hemen hemen aynı oranda muhafaza eden CHP, kazandığı milletvekili sayısında düşüş yaşadı.
Aynı şekilde Altılı Masa da ne Cumhurbaşkanlığını kazanabildi ne de mecliste hedeflediği çoğunluğa ulaşabildi.
Bu sonuçlar sonrasında Kılıçdaroğlu, seçim öncesi yaratılan ideolojik fantezinin de bir neticesi olarak istifa beklentileriyle karşı karşıya kaldı. Kaldı ki Kılıçdaroğlu 13 seçim ve halk oylamasının 12’sinde yenilgiyle karşılaşmış bir siyasetçi.
Seçim sonrasında CHP yönetimi muhalif kamuoyunun istifa ve değişim beklentilerini tam olarak yukarıda belirttiğimiz “romantik tutum” üzerinden karşılama uğraşında. Alınan yüzde 48’lik oyun başarı olarak sunulması, “gerekirse altılı değil on altılı masa kuracağı” şeklindeki Kılıçdaroğlu açıklaması ve daha niceleri, daimî olarak bir karara varmayan ya da varılmış bir kararı net bir şekilde deklare etmeyen bir söylemsel uğultunun göstergeleridir.
CHP yönetimi bu söylemsel uğultu içinde muhalif kamuoyunun ekseriyetinin talep ettiği ve dağılmış siyasal psikoloji açısından elzem olan değişim beklentisini göz ardı etme eğiliminde. Başka bir ifadeyle, muhalif kaygılar CHP’nin mevcut yönetimine ulaşamıyor. CHP için bir bakıma iktidar kanadında eksikliğine işaret ettiği ve iktidar olduğu takdirde daima göz önünde bulunduracağına dair söz verdiği özeleştiri mefhumundan bir kaçış söz konusu.
Görünen o ki bu kaçış, düşük yoğunluklu bir istikrarla “kararı erteleyen” bir tutumla sürdürülecektir. Herhangi bir değişim, “değişim” adı altında yapılan MYK ve danışman kadrosu revizyonu dışında söz konusu olmayacaktır.
Tespitimizin güncel örneği CHP’li 81 il başkanı tarafından yayımlanan metnin içeriğinde saklıdır. Metinde kullanılan “kişi merkezli değil, ilke ve program merkezli bir anlayışla yürüteceğimiz kurultay süreci” ifadesi, Altılı Masa sürecine de damgasını vuran “adayın kim olduğu önemsiz” anlayışının tekrarını gözler önüne sermektedir. Burada da seçim öncesi olduğu gibi kimi aktörler, “konumuz aktör değil” söylemi üzerinden desteklenmekte ve bu yönde bir çerçeve çizilmektedir.
Bu sürece “değişim aktörü” olarak işaretlenen İmamoğlu’nun net bir tavır almaktan kaçınan ve Kılıçdaroğlu’nun gölgesinden çıkamayan tavrı da ciddi bir katkıda bulunmaktadır. Daha doğru bir ifadeyle İmamoğlu, siyasi risk almaktan ve net ifadeler kullanmaktan kaçınan stratejiyle beklenen değişimin öznesi olmaktan fazlasıyla uzak. CHP’li kamuoyunun İmamoğlu’nda “değişimi” görmesi orta vadede yeni siyasal hayal kırıklıklarının önünü açabilir.
Nitekim çok gündem olmasa da İmamoğlu’nun genel başkanlığı sosyal demokrat söylem ile merkez sağa yönelme arasındaki tutarsızlığı ilki aleyhine ortadan kaldırırken Kılıçdaroğlu’nun belirsizleştirmek dışında pek bir şey yapmadığı CHP’nin aksiyolojik kodlarında bir değişime yol açabilir.
Karar Aşamasındaki İYİ Parti
İYİ Parti gerek seçim öncesi gerekse seçim sonrasında siyasal bir sıkışmışlık içinde. Bu sıkışmışlığın her şeyden önce aksiyolojik bir boyutu söz konusu. İYİ Parti başka bir ifadeyle, siyasal personasını oluşturan değerler hususunda kapsayıcı bir kafa karşılıklığını üzerinden atabilmiş değil.
MHP’den gerçekleştirdiği kopuşla kendi siyasal yapısını teşkil eden İYİ Parti için Ülkücülük ideası ile merkez sağ parti olma iddiası arasındaki çelişki aşılabilmiş bir olgu değil.
Söylemsel olarak aksiyolojik örüntüde kimi zaman Ülkücülük birinci unsur hâline gelirken kimi zamansa “Üçüncü Yol” olarak da tabir edilen, Erdoğan sonrası AK Parti’den doğacak boşluğu doldurmayı da hedefleyen bir tahayyül aslî unsur hâline gelmektedir.
Oysa bu kayma iki farklı siyasal oluşumu ve siyaset yapma biçimini ifade eder. Ülkücülükten beslenmeyi ve bu doğrultuda oluşan ideolojik bagajı birinci aksiyolojik koşulu hâline getiren bir siyasal parti ile merkeze yönelip yeni üye kazanma ve teşkilatlanmayı aslî kaygısı hâline getiren bir kitle partisi iki ayrı parti ve siyaset yapma biçimine tekabül etmektedir.
İYİ Parti yeni süreçte mümkün olduğu kadar çok sayıda seçmene seslenebilmek ve ideolojik bagajlarını ikincil önemde kodlayacak bir parti olmakla o ideolojik bagajların sınırlılığı içinde kendini tanımlayarak kendisini daimî bir sadakat testine tabi tutup “Ülkücülerin asıl adresi” olma iddiasıyla hareket edecek bir yapı olma arasında tercihe mecburdur.
Fakat her iki aksiyolojik boyutun koşulu da İYİ Parti’nin, ittifak sürecinde gördüğü tepkileri ele alma ve siyaset yapma biçimini ittifakın sınırlılıkları içinde şekillendirme hususunda vereceği karara bağlıdır.
Nitekim Altılı Masa sürecinden en çok zarar gören parti İYİ Parti olmuş, partinin rekabetçi yönü ciddi anlamda yıpranmaya uğramıştır. 2018 genel seçimlerinde yüzde 10 oy olan parti, Altılı Masa sürecinin neticesinde de yüzde 9,69 oy alarak “ne eksilip ne azalan” bir parti görünümüne büründü. Elbette partinin siyasal imaj ve rekabetçi tutumu yönünde aldığı zarar da bu değişmeyen oy potansiyeline eklenmelidir.
Somut örnekle ifade etmek gerekirse İYİ Parti ya AK Parti’nin başarılı bir şekilde yaptığı gibi kendi ideolojik gömleğini kendisinin ikincil bir unsuru hâline getirerek merkeze yürüyecek ya da Saadet Partisi’nin kendi oyunun ve özgül ağırlığının güvencesinde sürdürdüğü siyaset yapma biçimine tutulmuş bir şekilde varlığını sürdürecektir.
Siyasal partiler kendilerini tanımladıkları çerçevede eleştiriye tabi tutulup değerlendirilirler. Bu bakımdan İYİ Parti’nin kendini tanımlama hususundaki karmaşaya bir son vermesi, seçmenle ilişkisini de tutarlı bir aksiyolojik unsur üzerinden kurgulaması, ittifak ihtimallerine de bu doğrultuda yaklaşması gerekiyor.
Bu tutarlılık merkeze yönelme hususunda şekillenirse CHP’deki siyasal karmaşanın sürekliliği karşısında İYİ Parti’yi ana muhalefet konumuna getirebilir.
Bir Cevap Yazın