
Bu hafta MASA’daki konuğumuz Dr. Vahap Coşkun ile Türkiye’nin modern tarihinde hem devlet hem de toplum zihnini meşgul eden “Temel Haklar” meselesi üzerine konuştuk. Esasında konuğumuzun da üstüne durduğu gibi küresel sistemde etkinlik ve meşruiyet iddiası olan her siyasi yapı temel hakları merkezine alan bir gündem içeresindedir. Her ne kadar temel haklar batı orijinli siyasi düşünceden kaynaklanıyor olsa da hakların doğası gereği konuğumuz evrensel olduklarının altını çizmiştir. Tabi ki bu dahilde bu hakların genel geçerliliği ve Türkiye gibi Batı dünyasına dahil olmayan siyasal-sosyolojik sistemlerdeki durumu da beraberinde soru işaretlerini getirmektedir. MASA’daki tartışmadan da hareketle, Batı orijinli hakların Batılı olmayan toplumlarda uygulanması meselesi sancılı ve oldukça başarısız örneklerle doludur. Her ne kadar bu çekinceler olsa da bu hakların ahlaki ağırlığı birçok sosyo-politik sistemde yüksektir bu yüzden de bizim gündemimize oturmuştur.
Esasında Türkiye’deki temel haklar ve insan haklarına eklemlenen bir diğer konu da Kürt Meselesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Konuğumuz, Kürtlerin Cumhuriyet tarihi boyunca haysiyet ve insan onuru nosyonlarıyla bağdaşmayacak şekilde birçok temel haktan mahrum bırakıldığının altını çizmektedir. Vahap Coşkun esasında halen sorunsalın devam ettiğini açıklamakla beraber, meselenin parametrelerinin de değiştiğini söylemektedir. Temsil noktasında – bilhassa seçme ve seçilme hakları konusunda problemler devam etse de – Türkiye’de Kürtlerin şiddetten uzaklaştığı, PKK’nın marjinalize olduğu ve Türkiye’nin Çözüm Süreci gibi kıymetli bir süreci deneyimlediğini söylememiz gerekir.
Kürtler ve Türkiye’deki azınlık grupları açısından bakıldığında devlet otoritesinin doğası ve Türkiye’deki siyasal sistemin gelişme esasında bu problematiğin temelinde yer almaktadır. Konuğumuzun da gayet sarih bir şekilde “devlet fetişizmi” olarak nitelediği bu süreç Türkiye’de temel haklara dair bir sistemin inşası ve Kürt Meselesini nihayetlendirecek akılcı bir çözümün önündeki en büyük engeldir.
Esasında Türkiye’de toplumun aleyhine güçlenen ve toplumu mütemadiyen homojen bir etnik ulus devlet tahayyülüne uyarlamak isteyen bir devlet aklı mevcuttur. Ayşe Kadıoğlu’nun Türk milliyetçiliği ve Türk milli kimliğinin açmazlarını irdelediği “milletini arayan devlet” sloganında da belirtildiği gibi, Türkiye coğrafyasındaki etnik grupların ortaklaşmasından kaynaklanan bir devlet inşası yerine, devletin zaten muktedir olduğu ve bulunduğu, akabinde ise “Türk” milletini tanımlamaya çalıştığı bir denklem ortaya çıkmıştır. Bu denklemde de her ne kadar Kürtler ekseriyetle Sünni ve Müslüman olmaları hasebiyle asli unsur olmaya aday bir grup olsa da dil ve merkez-taşra ilişkilerindeki nüanslar sebebiyle bu “güçlü devlet” ile karşı karşıya gelen grupların en başında gelmektedir.
Türkiye’de milliyetçiliğin esasında yekûn etnik bir grubun hâkim olmadığı ve çok uluslu imparatorluk geçmişine sahip bir ülkeye uygun şekilde sivil bir modelde ilerlemesi gerekirken bu örüntü tam tersi bir istikamette ilerlemiştir. Geç Osmanlı elitlerinin de sosyalizasyonu dahil edildiğinde, Türkiye’deki milliyetçilik gelişimi olağanüstü ölçüde militarist, maksimalist ve etnik parametrelerle çizilmiştir. Bu parametreler gerçek sosyolojik veya demografik ögelerle temellendirilemeyeceği için de oldukça yoğun ama bir o kadar da yapay bir milliyetçilik nosyonu yeşermiştir. Bu ideolojik örüntüye dahil olarak da devlet, Kürtler dahil birçok diğer unsuru ideal tipik milliyetçilik ve “Türklük” uğruna baskılamış ve zorlamıştır. Böyle bir ortamda temel hakların gelişmesi zaten büyük ölçüde mümkün görünmemektedir.
Türkiye artık “Türk” olma tanımına daha rasyonel bir cevap üretebilecek duruma ulaşmış bir ülkedir. Devletin, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi “kırılganlık” ve “beka” gibi kavramlarla harekete geçtiği model yerine artık tam manasıyla sivil beraberlik ve sivil milliyetçilik anlayışları dahilinde bir modelin kurulması günümüzde daha olasıdır. Bu model de esasında temel haklar sorunsalına ve bu sorunsala eklemlenen “Kürt Meselesi” gibi diğer konulara da akılcı bir çözüm olabilir. Türkiye’de sivil askeri ilişkilerin de bir dönüşüm geçiriyor olması bu açıdan önemli bir kazanımdır, zira eski devletin kutsalları normalleştikçe temel haklara dair meşru bir sosyo-politik toplumsal kontratın oraya çıkması daha olasıdır.
Türkiye’deki koşullar artık daha akılcı ve daha sivil bir ulus beraberliği modelini hazırlamak için uygundur. Bu uygunluk bir fırsat bilinmeli ve Anayasa yapma çalışmalarına dair tartışmaların sürdüğü günlerde bu bilinç kurucu akla yansıtılmalıdır.
Raportör: Batu Coşkun
Bir Cevap Yazın