Türkiye’de Kimlik Algısı ve Yurtseverlik

(Türkiye’nin Geleceği “Vatanseverlik”te Saklı – II)

Geçtiğimiz hafta Türkiye’nin geleceğini şekillendirecek felsefenin vatanseverlik/yurtseverlik kavramında saklı olduğuna, son altı ay içinde yapılan iki araştırmanın sonuçlarını da inceleyerek vurgu yapmıştım.

Hatırlatmak gerekirse geçtiğimiz haftaki yazı, söz konusu araştırmaların potansiyel varlığına işaret ettiği yurtseverlik felsefesinin yukarıdan aşağıya dayatılması gereken bir yönetim formu değil, bizatihi toplumdan yükselen, aşağıdan yukarıya doğru bir talep olduğunu ortaya koyuyordu.

Kendilerini yurtsever olarak tanımlayan, milliyetçi dilin yüklü olduğu ayrıştırıcı, etnik/kimlik odaklı siyasallığın ötesinde bir yurttaşlık beklentisi içinde hareket eden bir çoğunluğa sahibiz.

Türkiye’nin önünde yurtseverliğin, siyasallaşmış kimliklerin karşılaması imkânsız “sevgi bağını” formüle etmek ve siyasal iklimi bu bağ üzerinden inşa etmek gibi bir fırsat var.

Bu fırsatı yaratan da bizatihi bu ülkenin yurttaşları; yani, siyasallaşmış ve karşıtlıklar üzerinden kurulan dilin nüfuz edemediği, ülkesiyle bağını kuvvetlendirmek isteyen insanlar.

Hâliyle bu insanların talebi toplumsal ve siyasal istikrarın kurucu unsuruna dönüştürülebilir. Şimdi bu unsuru ele almaya, talebin içeriğini ortaya koymaya çalışalım.

Kendiliğinden” Bir Kimlik Olarak Yurtseverlik

Öncelikle etnik ya da dinsel kimlik odaklı siyasallaşmış politikaların hafızasının yurtseverlik ekseninde gelişen toplumsal talep karşısında önerebileceği pek bir şey olmadığını ortaya koymamız gerekiyor.

Nitekim kimlik odaklı politikaların hafızası kimliği “olumsuz zıtlıklar” üzerinden ele alır. Odak noktası ise karşıtlıkları körükleyen “öteki” ya da “başkası”dır.

Siyasallaşmış olan dilleri ise “öteki”ni olumsuzlayan terminolojiyle iş gören bir hafızadan beslenir. Başka bir deyişle tümüyle siyasallaşmış dil ve bu dilde kendi açıklamasını bulan kimlik, hafızasına saplantılı bir şekilde sorunların çözümsüzlüğüne meftundur.

Çözümsüzlüğün kendisi bir hafızaya dönüşünce de kimlik, bizzat bu çözümsüzlükten beslenen, değiştirilemez bir tanıma dönüşüyor. Her yeni gelişme, her talep bu tanımların buyruğu altına giriyor; tıpkı, önceki yazıda da belirtildiği üzere, vatanla ilgili her sevgi ve bağlılık türünün milliyetçiliğin dili tarafından kapıldığı gibi.

“Kimlikler havada salınıp durur; bazılarını kişi kendisi seçerken diğerleri etraftakiler tarafından şişirilip fırlatılır”, diyor Bauman ve uyarıyor: Birincisini, şişirilip fırlatılanlara karşı korumalı.

Yurtsever tutum, araştırmaların da gösterdiği üzere, adı konulmamış bir ortak kimlik sağlıyor. Siyasallaşmış dillerin içine hapsolmaktan ziyade yaşam iradesinden beslenen bir kimlik bu.

Aslında, yaşam iradesinde somutlaşan yurtseverlik, siyasallaşmış hafızada apayrı, hatta karşıt konumlarda yer alan kişilerin, birbirlerinden habersiz bir şekilde ortaya koyduğu bir koruma refleksi. Bir bakıma siyasallaşmış, ayrıştırıcı ve “ötekini” olumsuz bir şekilde kodlayan kimliklerle baş etme çabası da.

Bu çaba, aynı zamanda, siyasallaşmış hafıza ve kimliklerin kırılganlığını da ortaya koyuyor. Kimlikler, bu kırılganlıklarını örtmek için “ötekini” düşmanlaştırıp saldırganlaşabilir de.

Oysa saldırganlığın soyut ve sembolik niteliği, “Bu ülkede yaşamak istiyorum”un somut varlığına takılıp kalmaya yazgılı.

Kimliklerin Kırılganlığı

Kimliğin siyasal ve sosyolojik boyutta bu denli yaşamsal önemde olması da sorgulanması gereken bir olgu.

Türkiye’de hüküm süren siyasal tutumlar, ne yazık ki kendisine sunulan, Bauman’ın ifadesiyle “fırlatılan” kavramları sahiplenmekte fazlasıyla istekli.

Sorgulamayı, üzerine düşünmeyi kolaylıkla bir kenara bırakan acelecilik her kesime sinmiş durumda.

Ne oldu da kimlikler, birlikte yaşama irademizin önüne geçen bir olguya dönüştü? Politika, kimlik politikalarıyla eş değer bir mefhum hâline geldi?

Dilimizi, kültürümüzü siyasallaşmış kimliklerin penceresinden, birbirimize yabancılaştırıp “ötekileştiren” şey neydi?

Birbirimize, doğuştan üstlendiğimiz dil ve kültürleri söylemekten neredeyse meneden şey neydi?

Yanıt bir ölçüde soruların içinde saklı: Siyasallaşma ve onun “ötekini” olumsuzla eş gören dili.

Bir diğer yanıt da kendilerini “yurtsever/vatansever” olarak tanımlayan yurttaşların yaşam iradesinin ön plana çıkışıyla alakalı:

Bauman’ın da atıfta bulunduğu Heidegger’in vurguladığı gibi “şeyleri, ortadan kaybolduklarında, işe yaramaz hâle geldiklerinde ya da bizde hayal kırıklığı yarattıklarında” tartışmalarımızın odağına alırız.

Kimlik mefhumunun siyasal ve sosyolojik tartışmalarımızın merkezinde oluşuna bu açıdan da bakmalıyız. Çözümsüz sorunların kaynağında yer alan kimliğin anlamını bu “hayal kırıklığını” duymaya çalışarak ele almalıyız.

Ayrıca, bu hayal kırıklığını kendilerini, siyasal yüklerle heder edilmiş milliyetçilikten ya da etnik ayrımcılıktan ziyade “yurtsever” olarak tanımlayan yurttaşların sükûnetinde görmüyor muyuz?

Yaşadıkları ülkeyi “yurt” olarak görme eğilimindeki insanların, siyasallaşmış kimliklerle aralarına mesafe koyma çabası kimliğin “işe yaramazlığın” bir kanıtı olarak okunamaz mı?

Ya da aksi bir yorumun siyasallaşmış terminolojisinden ne denli şüphe edebiliriz?

Kimliğin Kaynağı

Bir kimlik politikası miti olan “kimlik, öncelikle ‘öteki’ üzerinden kurulur” tanımı üzerinde durmaya ihtiyaç var. Keza bu tanımın bir diğer yüzü ise şudur: “Kimliğimi, ‘öteki’ tahayyülüm üzerinden kurarım”.

Başka bir ifadeyle kimliğin kaynağı, “öteki” olanın kendisinden ziyade “ötekine” dair tahayyülümüzdür.

Bu tahayyül, siyasal bir tahayyüldür ki gerçekliği kendi yorumundan ibaret kılar. Çözümsüzlüğün hafızasını canlı kılan da budur.

Uyarmam gerekiyor ki burada siyasal ya da toplumsal bir tahayyülü “gerçekdışı” olmakla itham ediyor değilim. Benim siyasal tahayyül ile kimlik arasındaki ilişkiyi vurgularken kullandığım tahayyül kavramı bir “ayırt edilemezlik” olgusu, bir istikrarsızlık öğesini işaret ediyor.

Keza Gilles Deleuze’ün de ifade ettiği gibi tahayyül, “gerçekdışı olan değil, gerçekle gerçekdışının ayırt edilemezliğidir”.

Kimliklerimizin kurucu unsuru kıldığımız “öteki”ne dair tahayyül, bu ayırt edilemezliğin içinde oyun oynar bize.

Karşımızda bir insanı mı, yoksa ona dair tahayyülümüzü mü gördüğümüzü ayırt edemez durumda hareket ederiz.

Haziran 2022’deki yayımlanan araştırma sonuçlarının gösterdiği gibi, insanların siyasal tahayyülü organize eden milliyetçilik yerine vatanseverlik/yurtseverlik tanımını tercih etmeleri bu yüzden anlamlı.

İnsanlar kendi yurtlarına dair bakışlarını ve bağlılıklarını siyasal tahayyülü kodlayan ve kendinden ibaret kılan bir söylemle dile getirmek istemiyorlar.

Milliyetçiliğin siyasallaşmış farklı tanımları üzerinden bir kendilik tanımı yapmaktan uzak duruyorlar.

Başka bir deyişle yurdun anlamını, siyasal tahayyülün sızdığı tanımlarda değil; yurtlarındaki yaşama iradesini ve eğilimini ifade eden yurtseverlikte buluyorlar.

Sorun bu anlamın siyasallaşmasından ziyade toplumsal ve siyasal tutunumun gramerine dönüşmesiyle ilgilidir.

Türkiye’nin Yurtseverlik Kavramına İhtiyacı Var

Toplumun çoğunluğunun kendisini “yurtsever/vatansever” olarak tanımlaması siyasallaşmış kimliklerin, kendilerini görmek için kurguladığı olumsuz bir “öteki” tahayyülüne ihtiyaç duymuyor.

Aksine bu tahayyülü, yaşama iradesinin gerçekliği içinde gereksizleştiriyor.

Roland Barthes’ın ifade ettiği gibi “biz entelektüellerin görevi, siyasallaştırmak değil, anlamları, anlamı eleştirmektir”.

Kimliklerin, kimlik politikaları ekseninde yarattığı “öteki” tahayyülünü ve buradaki siyasallığın, topluma uymayan kıyafetini işaret etmemiz gerekiyor.

Başlangıç noktamız da elbette, tüm siyasallaşmış kimlik tahayyüllerini yerle bir eden “yaşama iradesi” olarak yurtseverlik tanımının, toplum tarafından dile getirilmesi olacaktır.

Hegel’in, “gerçek olan rasyoneldir ve rasyonel olan gerçektir” tespiti, Türkiye’de yurtseverliğin potansiyelinin açığa vurduğu rasyoneliteye birebir uyuyor. Rasyonel olanı, siyasallaşmış kimlik ve dillerin içinde irrasyonel kılmamak için pek çok sebebimiz var. Aslî sebep ise bu topraklarda yaşama iradesi… 

Yurtseverlik potansiyelinin siyasallaşmış kimlikleri aşındıran varlığına ve rasyonalitesine değineceğim yazılarım, anayasa ve demokrasi kavramları bağlamında devam edecek.

Dr. Adem Yılmaz hakkında 56 makale
Yüksek Lisans ve Doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi programında tamamlamıştır. Çalışma alanlarını Siyasal Kuram, Siyaset Sosyolojisi, Felsefe ve Türk Siyasal Hayatı oluşturmaktadır.

İlk yorum yapan olun

Bir Cevap Yazın