Ukrayna’da Bir Yılın Sonunda: III. Roma ve Batı Demokrasisi Karşı Karşıya

Rus jargonunda “özel askeri operasyon” olarak adlandırılan Ukrayna Savaşı bir yılı doldurmak üzere.

ABD ve NATO’nun başını çektiği Batı bloğu Ukrayna’ya silah sevkiyatını bu süreçte giderek arttırırken Rusya’ya yönelik yaptırımlar da aynı ölçüde yoğunlaştı.

Savaş bir yılı doldurmak üzereyken Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Federal Meclis’teki açıklamalarına dikkatle yaklaşmak gerekiyor. Realpolitiğe hâkim paradigmadan bu açıklamalar kabaca “tükenmiş ya da tükenmek zorunda olan bir Rusya’nın güzellemeleri” şeklinde görülse de bu ana akım klişeye biraz “marj” kazandırmak gerekiyor.

Okuduğunuz analizde bu “marjları” ele almaya çalışacağız.

Bu “marjlardan” biri Frankfurt Okulu filozoflarından Jürgen Habermas’ın “müzakere çağrısı”. Bu çağrı realpolitiğin gölgesinde “manasız ve önemsizliğe” hapsedilse de Batı’ya mevcut durumda sorumluluğunu hatırlatacak nitelikte.

Çağrısında Batı’nın Ukrayna’ya yönelik silah sevkiyatının “kendi dinamiğine bürünerek” kontrolden çıkabileceğine değinen Habermas, bu süreç devam ettikçe Batı’nın sorumluluğunun katlanarak artacağına dikkat çekiyor.

Batı’nın hedefi “Ukrayna’nın kaybetmemesi mi” yoksa “Rusya’ya karşı zafer mi” olduğunun belirsizliğine işaret eden filozof, mevcut durumun Kremlin tarafından “Rusya’da rejim değişikliği hedefi” olarak görüldüğünü belirtiyor.

Putin’in 21 Şubat’taki açıklamalarına biraz bu yönden bakmak gerekiyor.

Nitekim Habermas’ın da vurguladığı gibi medya, tüm türevleriyle Ukrayna’nın mücadelesinin “haklılığına” ve Rusya’nın işgalciliğine dair söylemleri egemen kılarken gözden yitirilen ve gün geçtikçe ağırlaşan bir olgu var: Sonuçlanmayan ve boyutları her geçen gün ağırlaşacak bir savaş.

Bunun yanında Ukrayna Devlet Başkanı Zelensky de medyadaki egemen söylemin “kahraman lideri” olarak karşımıza çıkıyor ve bu söylemi, haklı olarak ülkesine yönelik desteğin artmasına yönelik kullanıyor.

Asıl konunun bu insanların hayatı, güvenliği olmaktan çıkması ve Batı’nın Ukrayna’ya olan silah sevkiyatı savaşın sorumluluğunu salt “Rusya’ya yükleyen” söylemleri de kırılgan hâle getiriyor, getirmeye devam edecektir de.

Nitekim Batı kamuoyunda, giderek büyümesi ihtimal dâhilinde olan çatlaklar son olarak Almanya’nın Ukrayna’ya tank sevkiyatındaki “gönülsüzlüğünde” görüldü. Aynı şekilde Alman karar verici elitlerin Ukrayna’ya desteğin “ne şekilde” ve “ne kadar” olması gerektiğine dair konulardaki bölünmüşlüğü de unutulmamalı.

Putin, bu “kırılganlığın” farkında olarak son konuşmasında şu vurguyu yapıyor:

“Biz Ukrayna halkı ile savaşmıyoruz, Ukrayna, Batılı efendilerin esiri oldu. (…) İnsanları harcanacak birer metaya çevirdiler. Bunun sorumluluğu tamamıyla Batılı elit kesimler ve Kiev rejimine aittir”.

Putin’in bir diğer açıklaması da Habermas’ı doğrular nitelikte:

“Batı elitleri kendi hedeflerini gizlemiyorlar. Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmak istiyorlar. Yani bizi haritadan silmek, lokal bir çatışmayı küresel bir çatışma haline getirmeyi hedefliyorlar”.

Stratejik yenilgi, Rusya’yı bir süper güç olmaktan çıkarmakla rejim değişikliği arasında değişen opsiyonlara sahip gibi duruyor.

Yıllar önce Slavoj Zizek’in belirttiği gibi Batı, Rusya’yı bir “süper güç” olarak muhatap alacaktı, fakat tek koşulla: Rusya, asla “süper güç” gibi davranmayacaktı. Bu açıdan bakıldığında stratejik yenilgi, Rusya’yı “süper güç” gibi davranamayacak kapasiteye geriletmek olabilir.

Putin’in açıklamalarında 1991’deki süreci işaret eden bu yoruma ilişkin noktalar da bulunuyor:

“Stratejik silahların azaltılması anlaşmalarından birincisi SSCB ve ABD tarafından 1991’de yapıldı, bu dönemde durum tamamıyla farklıydı: ilişkilerimiz, SSCB ve ABD’nin birbirlerini düşman olarak görmedikleri bir düzeydeydi. Hepsi geçmişte kaldı. İlişkilerimiz kötüleşti”.

Rusya’nın START’tan (Stratejik Saldırı Silahlarının Azaltılması Anlaşması) çekildiğine dair açıklaması “ne pahasına olursa olsun” süper güç olarak davranma eğiliminin de bir göstergesi.

Benzer şekilde “Polonya’dan kullanılmış araba ithal edilmesi” gibi trajikomik olaylarla dolu 1990’lı yılların “Şok Terapisine” maruz kalmış Rus ekonomisini hatırlatıyor Putin:

“Sovyet ekonomisinin son dönemlerinde nasıl sorunlarla karşı karşıya kaldığını hatırlıyoruz. SSCB, piyasa ekonomisi yaratmaya başladı ve Batı ülkeleri de bunun örneğiydi. Onların ekonomi modelini kopyalamak yeterli olacak gibi görünüyordu. Ya sonunda ne oldu? Ekonomimiz, bir hammadde kaynağıymış gibi Batı’ya bağımlı hâle geldi”.

Batılı realpolitik paradigmadan gücünü yitirmekte olan bir diktatörün, ömür kazanmak adına geçmişi hatırlatması şeklinde ele alınacak bu ifadelerin Rusya’nın konumu açısından tutarlı bir yanı var.

Çünkü Rusya, kendisini her şeyden önce III. Roma olarak konumlandırıyor. Putin ise III. Roma’yı, “şok terapisi” günlerinden, kullanılmış araba ithal edilen çöküşten sonra yeniden canlandıran Palaiologos hanedanı ise eşdeğer görülüyor. Nitekim Palaiologos hanedanı, Latin istilasının akabinde Bizans’ı eski günlerine tekrar götürmüş, ona canlılık kazandırmıştı.

(Putin-Palaiologos analojisinin detaylarına farklı bir yazıda değinmiştik.)

Putin’in konuşmasında, “ekonominin Batı’ya bağımlı hâle gelmesi” vurgusu bir bakıma neoliberal istilaya gönderme yapıyor. Öte yandan konuşmada bu göndermenin ideolojik izlerini de görüyoruz:

“Batı’da kutsal metinler de sorgulanır hâle geldi (…), Batı’da yaptıklarına bakın: çocuk istismarı kabul görmeye başlıyor, rahipler eşcinsel evlilikleri onaylıyor. Anglikan Kilisesi, cinsiyetsiz bir tanrı düşüncesi değerlendiriyor. Onları bağışla Tanrım, ne yaptıklarını bilmiyorlar”.

Putin burada, Rus İmparatorluğu’nun tarihsel ötekisini hatırlatıyor. Konuşmasındaki “haritadan silinmek istemek” vurgusu Batı’nın stratejisinden ziyade aslında doğrudan “kutsal metinlerin sorgulanır hâle gelmesi” ile ilgili. Keza Palaiologos restorasyonundan önce Latin İstilası sırasında II. Roma adeta yağmalanmış, önemli eserler ya Batı’ya taşınmış ya da yok edilmişti.

Putin’in konuşmasının bilinçaltında bu “istila” olasılığı yatıyor: “Batı’nın istediğiyse sınırsız hâkimiyete sahip olmak”. 

Bunun yanı sıra Putin’in konuşmasında, “istila” olasılığını ortadan kaldırmayı öneren belli belirsiz bir diyalog çağrısı da saklı:

“Rusya, Batı ile yapıcı bir diyalog içerisinde olmaya her zaman açık oldu ve yıllar boyunca ortak bir güvenlik sistemi oluşturulması üstünde çalışılmasını teklif etti. (…) Rusya sadece kendi çıkarlarını değil, dünyanın ‘medeni’ ülkeler ve diğerleri olarak bölünmemesi gerektiğini kararlılıkla savunuyor”.

Putin, Ruslara ve dünyaya seslenirken Jacques Lacan’ın şu veciz ifadesini duyulur kılıyor gibidir:

Le pere ou pire” (peder ya da beteri).

Beteri seçmek ise Zizek’in belirttiği gibi başarısızlığa uğramaktan başka sonuç vermez ve olası bütün alternatiflerin altını oyar.

ABD Başkanı Joe Biden ise Polonya ziyaretinde Ukrayna’daki savaşı, birinci yılını aşmak üzere olduğu ânda, otoriteryanizm ile demokrasi arasında süregiden küresel bir mücadele şeklinde tanımladı.

Batı’nın Rusya’ya karşı bayrağının “demokrasi” olacağına dair kuvvetli bir vurgu bu. Aynı zamanda NATO’nun her şeyden önce siyasi bir örgüt olduğunun, daha önceki analizlerimizde ifade ettiğimiz gibi “belirlenen değil, belirleyen” olduğunun da bir kanıtı.

Nitekim Biden, konuşmasında NATO’yu “demokratik koalisyon” olarak tanımlıyor.

“Ukrayna ve demokrasi kazanacak” diyen Biden’ın aklından salt “Ukrayna’nın kaybetmemesi”nin geçmediği bir kez daha onaylanmış durumda.

Bir yıl öncesinden seslenen “zayıflatılmış Rusya” hedefini hâlâ güncelliğini koruyor.

Habermas’ın kimilerince “realpolitik bilmemekle” itham edilen “müzakere çağrısı”nı bu yönde tekrar hatırlamakta fayda var. Batı, savaşın sorumlusu olmakla itham ettiği Rusya ile zıt yönde, aynı konumu paylaşmak istemiyorsa dünyayı ikiye bölen bir söyleme başvuran haklılaştırmaları bir kenara bırakmalı.

Bu söylem, “asıl suçluyu” masum kılabilecek küresel bir kutuplaşmaya yol açabilir. Habermas’ın çağrısında total olarak işaret edilen de budur.

Lacan’ın sözünü tekrar edelim: “Le pere ou pire” (peder ya da beteri).

Belki de “pederi”, yani filozofu dinleyip “beterine”, yani realpolitiğe saplanıp kalmamayı düşünmeliyiz artık.

Alternatiflerimizin altını oymamak için her şeyden önce.

Dr. Adem Yılmaz hakkında 56 makale
Yüksek Lisans ve Doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi programında tamamlamıştır. Çalışma alanlarını Siyasal Kuram, Siyaset Sosyolojisi, Felsefe ve Türk Siyasal Hayatı oluşturmaktadır.

İlk yorum yapan olun

Bir Cevap Yazın