
Türkiye, eşi benzeri görülmemiş bir felâketin ardından yaralarını sarmaya çabalarken bir yandan felâkete dair farklı politik kesimlerden yorumlar da yoğunluğunu arttırarak gündemi işgal ediyor.
Bu doğrultuda analizimizde, öncelikle psikopolitik çerçevede bir öneri seti oluşturacağız. Ardından da siyasi arenadan yükselen söylemleri bu set çerçevesinde değerlendirmeye çalışacağız.
Buradaki amacımız siyasi konumlara ya da tavırlara bir değer biçmek değil. Aksine, olaylara, kişilere ya da bir bütün olarak yaşama bakışımızı şekillendiren “ön-kavrayışlarımızda” bir kaymaya neden olan durumlarla olağan şablonların birbirine neden “karıştırılmaması” gerektiğine dair bir tavsiyede bulunmakla yetinmek istiyoruz.
Çünkü bugün aslolan, felâkete maruz kalmış insanlarımızın acılarının, onlara yeni acılar eklemeden mümkün mertebe en kısa sürede dindirilmesidir.
Kitle Fenomeni ve Politik Eleştiriler
Kapasite eksiklikleri, sistemin işleyişindeki pürüzler politik eleştiriye açık olgulardır. Bu eleştirinin zamanlamasını tartışacak durumda değiliz. Burada asıl dikkat edilmesi gereken nokta politik eleştirinin “kitlelerin elinde bir toz bulutuna” dönüşme riskidir.
Felâket zamanlarında bu riskin yaşanan çaresizlikler, mutlak bir sorumlu arama gibi eğilimlerle gün yüzüne çıkması da “olağan zamanlara” kıyasla daha muhtemeldir.
İşin Türkçesi şu: yurttaşların insanî kaygılarına, can derdine gömüldüğü olağanüstü bir süreçte “olağanüstü” olanı olağan politik jargon için referans almak incelikli ve sorumluluk gerektiren bir iş.
Bu inceliğin yokluğunda “olağanüstü” sürecin biriken enerjisi olağan kutuplaşmalara yansır ki bunun önünde durmak kolay değil.
Neden?
Soğukkanlı bir şekilde düşünelim bunun üzerine.
Felâketlerin insanları “salt insan” kılan, “insan olmakta” ortaklaştıran doğasını politik, dini, etnik kimliklere tercüme etme riskinden söz ediyoruz.
Keza insanları ortak acıdan kurtulma yönündeki eşit ortaklık hâlinden olağan zamanların politik kutuplaşmalarına sevk edecek tutum ve yorumların öngörülemez sonuçlarından da.
Mağdur insanları, acının içindeki ya da eşiğindeki insanları eşzamanlı olarak “politik kitle” hâline getirecek bilinçli yaklaşımların ne mağduriyetlerin giderilmesine ne de ülkeye bir yararı olur.
Nitekim kitle, “sınırsız iktidar” güdüsü yaratır ki felâket zamanlarında bu güdüye seslenmek felâketi derinleştirme potansiyeline sahiptir.
Ülkenin olağan siyasetindeki kamplaşmaların, mülteci sorununun ve buna bağlı ırkçılığın, iktidar ve muhalefet kavgasının olağanüstü süreçlere aktarımı hiçbir zaman sağlıklı bir sonuç vermeyecektir.
İçgüdüsel Korkuya Karşı “Üretilmiş Korkular”
Bu bağlamda göz önünde bulundurmamız gereken bir diğer olgu da şudur: Korkunun “üretilebilir” bir olgu olması, dolayısıyla da “insana” bakışımız. Yaşadığımız depremde politik figürlerin açıklamaları yaşayan bir canlı olarak “insan” odaklı olmalıdır; olağan zamanlardaki gibi insanın üzerini örten politik kimlikler değil.
Doğal afet durumunda insan, salt yaşayan bir canlı olduğunun idrakiyle hareket eder. Yaşanan afetin “korkusu” onu bütünüyle sarmış durumdadır; bu düzeydeki korku, diğer tüm canlılarla paylaştığımız içgüdüsel korkunun ifadesidir. Pierre Mannoni, muhtemelen buna “doğal korkular” derdi.
Bu korkular, insanlar arasında “kendiliğinden” bir yakınlaşmanın kaynağıdır. Olağan politik ve toplumsal işleyişin içinde ender görülen bu ortaklığın, afetler karşısında yaşayan canlı olarak insanı diri tutan bir niteliği vardır.
İçgüdüsel korku içerisindeki insanlara, bu korkuyu azaltacak ve ortaklığı da pekiştirecek şekilde yaklaşılmalıdır. Çünkü bu korku, tüm çıplaklığıyla felâketin yol açtığı yıkım ve kayıpların neticesidir. Yıkımları ve kayıpları söze dökülemez derecede ağır olan insanlara “üretilmiş korkular” yöneltmek ise kendi içinde sorunludur.
Ne “içgüdüsel korkunun” giderilmesine yarar ne de yıkımın yol açtığı acıların telafisine.
“Üretilen korku” zihinsel, sosyal ve psikolojik unsurların iç içe geçtiği bir fenomendir. Dolayısıyla bu iki tür korku arasında bir nitelik/doğa farkı vardır, derece farkı değil. İkisi, iki apayrı düzeye ait hissiyatlardır.
Üretilen korkunun en belirgin ve yıkıcı niteliği içgüdüsel korkularını telafi için dayanışma içinde olan insanlara, zamansal filtrelerinden yoksun bir şekilde “toplumsal istikrarsızlık” duyumunu enjekte etmektir.
Bir afet sonucu toplumsal ve psikolojik sabitelerinden yoksun kalmış insanlara “toplumsal istikrarsızlık” söylemi ya da iklimi ile yaklaşmak, içgüdüsel insanî ortaklığı zedeler.
Ona “zamansız” bir öfke sunar. İçgüdüsel korkunun olağanüstülüğün “boşlukta” vuku bulan salt canlı olma özgü niteliğine “olağan siyasi şablonlar” dayatır.
İnsan, içgüdüsel korkusunu özellikle de tekil hâlde baskılamak için bu şablonlara sığınma eğiliminde bir canlıdır. Güvensizliği, belirsizliği, korkunun ancak onu paylaşanların bir aradalığında ehlileşen boşluğunu somut şablonlarla kapatma ihtiyacı o acıyı yaşayan insan açısından bir ihtiyaçtır.
Sorun bu ihtiyacın “manipüle” edilme potansiyelidir.
Bu olduğunda iki korku düzeyinin birbirine karışması gerçekleşebilir. Keza Aristoteles’den bugüne siyaset felsefesi şunu söyler: Düzeylerin birbirine karışması kaos getirir.
Dolayısıyla tüm siyasi ve toplumsal figürlerin bu noktada sorumlu davranması, yaşadığımız acılara acı eklememek, bu acıların telafisini en kısa sürede gerçekleştirmek için elzemdir.
Felâket Sonrası İktidar ve Muhalefetin Tutumu
Felâketi yaşadığımız günden bugüne iktidarın salt “yönetme” pratiğine odaklanıp paniği azaltarak yaraları sarma çabasına muhalefet bloğundan İYİ Parti lideri Meral Akşener’in “bugün devletin sesini duyma günümüz, bugün hepimizin susma günü” şeklinde itidalli ve yapıcı bir yanıt geldi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, OHAL’in ilan edildiğini belirten konuşmasında afet bölgesine yönelik tedbirlerin içeriğini açıklarken “sivil toplum kuruluşlarımızın depremin ilk anından itibaren gösterdiği samimi gayretin yakın şahidiyiz” ifadesini kullandı. Bunun yanında “sosyal kaos”u amaçlayan yalan içeriklere de dikkat çekerek “gün onlarla tartışma günü değil” yorumunda bulundu.
Bu çerçeve, Erdoğan’ın bütünleştirici bir anlayışla afet bölgesinin yaralarını sarmaya odaklandığını açıkça gösteriyor. Gerek STK’ların gayretlerini takdir etmesi gerekse “gün onlarla tartışma günü değil” diyerek polemiklerden kaçınması yaşadığımız felâketin ardından gelen sorumlu bir açıklama.
Erdoğan ve Akşener, olağan siyasi şablonlardan uzak bir tutum sergiliyor, diyebiliriz.
Öte yandan kimi siyasi parti liderlerinden gelen ve felaketin etkilerinden kurtulmak için çabalayan insanların birlikteliğini etnik gruplaşmalara itebilecek açıklamaların risk taşıdığını da belirtmeliyiz.
Bu risk, yukarıda da değindiğimiz gibi iki korku düzeyinin karmaşasına dair bir risktir. İçgüdüsel korkunun insanı ele geçirmesini engelleyen ve her türlü olağan ayrımı dışlayan ortaklığına siyasi bir müdahaledir.
Ne acılarını telafi etmek isteyen insanlara ne de Türkiye’ye bir yarar sağlar.
Bu tarz müdahale girişimleri, yaşanan “olağanüstülüğü” paylaşamamanın, içgüdüsel ortaklığa doğru yönelmemenin bir kanıtıdır da.
Kıssadan hisse, konuşmak başka şey, sorumlu konuşmak başka şey.
Bir Cevap Yazın