Yeni Yüzyıl Yeni Paradigma

Yeni dönemde AK Parti, devletin milliyetçi refleksini demokratik reformlar etrafında örgütleyebilir. İkinci yüzyılının başındaki Türkiye liberal milliyetçiliğe, klasik dönemin güncel bir versiyonuyla girme imkânına sahip.

Bu minvalde liberal milliyetçiliğin temel aksiyomu “ulusların kendi kaderini belirleme hakkı” Türkiye’nin dış politikasının çerçevesini çizerken iç politikada milliyetçiliği, siyasal özgürlüklerin genişletilmesi yönünde yorumlama potansiyeline dönüşecektir.

Nitekim milliyetçiliğin liberal formu sadece siyasal özgürlüklerin genişletilmesini değil, aynı zamanda barışçıl ve istikrarlı bir dünya düzeninde ısrar eder.

Türkiye’nin, NATO’nun önemli bir parçası olmasının yanında Rusya ile sürdürdüğü ilişkiler ve bu boyutun Tahıl Koridoru gibi yaşamsal sonuçlara yol açması liberal milliyetçi tutum perspektifinde değerlendirilmelidir.

Aynı şekilde AK Parti’nin seçim zaferi ve Erdoğan’ın kişisel imajının Ortadoğu’da, özellikle Arap dünyasında yarattığı sevinci de bu bağlamda ele alabiliriz.

AK Parti, bu anlamda Türkiye’nin yarattığı bir siyasal marka olma yolunda ilerliyor. Bu markanın oluşmasında Arap Baharı sürecinde gösterilen reaksiyonun hafızasının hâlâ canlı olması da önemli bir rol oynuyor. Bölge insanının bakış açısında AK Parti, İslamî ve demokratik bir siyasal organizasyon olarak kazanmayı sürdüren, aynı zamanda çok şeyin değiştiği bölgede istikrarlı bir şekilde ayakta durabilen bir yapı.

AK Parti’ye yönelik bu tahayyül elbette Türkiye’nin iç politik sürecinden bağımsız bir şekilde şekilleniyor. Yine de yeni dönemde AK Parti’nin sadece kendi seçmenine ya da Türkiye’nin insanlarına değil, aynı zamanda bölgedeki insanlara da sorumlu olduğunu belirtmekte fayda var.

Bu sorumluluk düzeyinde bir hayal kırıklığı yaratmamak için milliyetçi refleksi liberal bir formla buluşturmak AK Parti’nin önünde tek seçenek olarak görünüyor.

Bu noktada liberal milliyetçiliğe yönelen “romantizm” ithamlarından kaçınmak gerekiyor.

Liberal milliyetçiliği, bir söylemsel unsur olarak öne sürmüyoruz. Aksine verili durumun, bu bağlamda değerlendirilmesinin hem AK Parti’ye olan ulusal ve ulus aşırı güvenin sarsılmaması hem de Türkiye’nin önündeki iktisadi engellerin aşılması ekseninde elzem olduğuna işaret ediyoruz.

Mehmet Şimşek isminin, tam yetkili olarak Hazine ve Maliye Bakanlığı’na gelişinin neredeyse kesinleşmesi Ortodoks ekonomik politikalarına dönüşün gerekli olmasının bir sonucudur.

Bu adım, AK Parti’nin kendini yenileyebilme niteliğinin de bir göstergesi.

Kendini yenileyebilme kapasitesinin yanında 21 yıllık iktidarının akabinde, yeni dönemin de kazananı olan parti, Türkiye’nin geleceğini inşa ederken hem ulusal hem de uluslararası düzeyde hiç olmadığı kadar sorumlu.

Bu sorumluluğun ne denli işlevsel olacağını Batı’nın Türkiye’ye bakışı da şekillendirecek.

Keza Batı’nın da Türkiye’ye bakışındaki aksaklıkları gidermesi gerekiyor. Nitekim ABD ve AB’nin ortaya koyduğu paradigmanın Türkiye, Macaristan ve Rusya gibi ülkeleri anlama konusunda önemli eksiklikler içeriyor.

Bu noktadaki en önemli husus Türkiye’deki seçimleri, demokratlar ile otoriter lider taraftarları arasındaki bir rekabet olarak okumak ciddi bir yanlıştır. Bu durumu defalarca, seçim öncesinde de vurguladık.

Hatalı analizlerde ısrar ederek Erdoğan’ı bir sorun olarak kodlamak ya da 21 yıllık iktidarını salt iktidar kanadı üzerinden okumak Erdoğan kadar Batı için de pek olumlu sonuç verecek gibi durmuyor.

Aynı şekilde AK Parti’nin çeyrek asırlık iktidarını salt Türkiye’nin demokratik eğilimlerden kopuşu olarak okumak da kibirli bir yüzeysel bakışın ürünü.

Keza çeyrek asırlık AK Parti iktidarı, aynı zamanda çeyrek asırlık muhalefet başarısızlığıdır.  Türkiye’nin siyasal kültürüne özgü bir konu var burada ve Batılı analizler, bu noktayı göz ardı ediyor: Yelpazenin solunda yer alan ve seküler niteliği ile ön plana çıkan siyasal yaklaşımların sağ eğilimli seçmene bakışındaki sorun bu.

Aynı şekilde Macaristan’da 2022’de yapılan seçimlerde Orban’ı seçimlerde usulsüzlük yaptığı suçlamasında bulunmaktan öte bir varlık ortaya koyamayacak muhalefet de Orban ile kitleler arasındaki iletişimi analiz etmekte uzak bir tavır ortaya koymuştu.

Kaldı ki Türkiye’de bir sene önce Erdoğan’a karşı olan yüzde altmış oranındaki seçmeni, muhalif partiler organize etmekte başarısız olmuştur. Gerek siyasal kültür gerekse siyaset yapma kapasitesindeki sorunlar muhaliflerin Erdoğan ya da Orban gibi liderler karşısındaki yenilgisinin başat unsurları.

Bir diğer nokta demokratlar ve otoriter rejim yanlıları gibi siyah-beyaz karşıtlıkların Türkiye’yi anlama konusunda bir anahtar sunmamasıdır.

Yaklaşık 13 yıldır ana muhalefet partisinin başında olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun, 14 Mayıs öncesi yaratılan “kazanıyoruz” algısının akabinde de görevinde kalmayı sürdürmesi bu noktada bir örnek olarak ele alınabilir.

Son dönemde Daron Acemoğlu gibi isimlerin de ortaya koyduğu, Erdoğan ve Orban gibi figürlerin başarısını salt “sağcı popülist ve güçlü liderlerin zaferi” olarak okuyan analizler de bu hatalı analizin bir göstergesi. Kitlelerin, özellikle de sağcı seçmenlerin talebine yukarıdan bakan ve onları salt edilgen bir konuma hapseden bu yorum, siyah-beyaz karşıtlığının ya da bu karşıtlığı meşrulaştırma çabasının bir ürünü.

Aynı şekilde Türkiye’yi “bölünmüş ülke” olarak yorumlamakta söz konusu paradigmanın iç görü açısından gösterdiği bir zaaftır. Nitekim bu bölünmüşlüğün, özellikle Erdoğan’ı odak noktasına koyan ve seçimi bir referandum olarak kodlayan bakışın diskuru olduğunu söylemek mümkün. Keza bu diskur, muhalif siyasal partilerin iç dinamiklerini, halkın olayları izleme kapasitesini de göz ardı eder.

Daha temel düzeyde ise bu tarz yorumlar Doğu Avrupa ve Ortadoğu’ya bir özgünlük ve faillik atfetmekten uzak, hükümran öznenin “benim dediğim neden olmuyor?” serzenişinin de göstergesi.

Batı, bu uğrakta şu hususu kabul etmek zorunda: Ortada ulusların bir talebi var ve bu talep doğrultusunda seçilmiş liderleri “otoriter” diyerek suçlamak bir sonuç vermiyor.

Aksine bu ithamlar, liberal milliyetçiliğin de tahayyül ettiği barışçıl uluslararası ortamı ve iş birliğini tehdit eder durumda.

Galiba gelinen noktada Batı, ne kadar demokrat olduğunun bir sınavını vermek zorunda kalacak.

Hatalı analizlerde ısrar ederek Erdoğan’ı bir sorun olarak kodlamak ya da 21 yıllık iktidarını salt iktidar kanadı üzerinden okumak Erdoğan kadar Batı için de pek olumlu sonuç verecek gibi durmuyor.

Dr. Adem Yılmaz hakkında 56 makale
Yüksek Lisans ve Doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi programında tamamlamıştır. Çalışma alanlarını Siyasal Kuram, Siyaset Sosyolojisi, Felsefe ve Türk Siyasal Hayatı oluşturmaktadır.

İlk yorum yapan olun

Bir Cevap Yazın